24 Mayıs 2007 Perşembe

BOĞAZİÇİNE SIĞINANLAR- PROF.FRITZ NEUMARK

istanbul Üniversitesi
İktisat Fakültesi
Fritz NEUMARK
BOĞAZİÇİNE SIĞINANLAR
Türkiye'ye İltica Eden Alman
İlim Siyaset ve Sanat Adamları
1933-1953
Çeviren: Şefik Alp BAHADIR











Fritz Neumark’ı Sunarken

Cenova’dan kalkan gemi bir sisli sonbahar günü Fritz Neumark’ı 20 yılını geçireceği İstanbul’a getiriyor. Oysa Neumark, Türkiye’de iki üç yıl kalıp Almanya’ya yeniden döneceğini sanıyor. Ama Türkiye’de en verimli akademik yıllarını geçiriyor. 1953 yılına kadar Türkiye Cumhuriyeti’ne hizmet ediyor.

1933 yılının Ekim ayı çok özel bir tarih; Cumhuriyet’in kuruluşunun onuncu yılı kutlanıyor. Fritz Neumark bu çoşkulu günlerde İstanbul limanına varıyor.

İstanbul Üniversitesi’nin yeni kurulacak olan İktisat Fakültesi’nde akademik kurucular arasında bulunacağını, hatta 1953 yılına kadar öğretim üyeliği yapacağını aklının ucundan bile geçirmemişti. Hitler iki üç yıl içinde gidecek ve o da Almanya’ya dönecekti. Ne Hitler gidiyor, ne de o Almanya’ya dönüyor. Aksine Atatürk Türkiyesi’nin kendisine tanıdığı olanaklarla akademik hayatının en verimli yıllarını İktisat Fakültesi’nde öğretim üyesi olarak geçiriyor.

Benim hocalarım Sabri Ülgener, Feridun Ergin, Refi Şükrü Savla, Gülten Kazgan, Memduh Yaşa gibi isimlerdi. Fakülteye 17-18 yaşlarında geldiğimde onlarla karşılaşmıştım.

Avrupa’da okutulan “iktisat biliminin” İktisat Fakültesi’ne taşınmasına katkıda bulunmuştu. Fritz Neumark benim hocalarımın hocasıydı. Ancak benim büyük bir şansım oldu. 1976 yılında İktisat Fakültesi’nin Tarabya Otelinde düzenlediği uluslararası bir konferansta Fritz Neumark ile beraber oldum. Aynı kürsüde konuşmacı olduk, sohbet ettik. Üç nesil bir aradaydık: Benim hocalarımın hocası Fritz Neumark, benim hocalarım ve benim neslim.

1980’li yılların başında Köln’de yapılan Türkiye-Avrupa İlişkileri konferansında Fritz Neumark’la kürsüde yan yana oturduk ve tebliğ sunduk. Avrupa’nın Türkiye hakkındaki düşüncelerini Fritz Neumark’ın yorumu ile öğrenme fırsatım oldu. Bu bilgileri “Hayatım Avrupa” isimli kitabıma Neumark’ı kaynak göstererek de aktardım.

Çünkü Fritz Neumark’ın 1980’li yılların başında bana aktardığı düşünceler bugün için de olağanüstü önem taşıyordu. Fritz Neumark’ın bu düşüncelerinin Türk ve Dünya kamuoyuna aktarılması gerekiyordu.

Prof. Fritz Neumark, Boğaziçine Sığınanlar kitabını 1979 yılında kaleme almıştır. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi tarafından 1982 yılında yayınlanan bu anı kitabı 2006 yılında yeniden yayınlanmaktadır. 2006 yılı İktisat Fakültesi’nin 70. kuruluş yılıdır ve 70 yıl önce bu Fakültenin kurulmasında Fritz Neumark omuz verenlerden birisi olmuştur. Bu nedenle, yayını yeniden yapılan Bogaziçine Sığınanlar kitabı bizim için özel bir önem taşımaktadır.

Diğer taraftan Boğaziçine Sığınanlar kitabının 1920 ve 1930’lardaki Almanya’yı tahlil eden çok önemli bir yanı bulunmaktadır. Bunu fiilen yaşamış bir tanık olarak Fritz Neumark çok özel ve derin değerlendirmeleri ile kitabında ortaya koyuyor.

Baskı rejiminin kendisini ve yakın arkadaşlarını nasıl bir kıskacın içine soktuğunu birinci elden öğreniyoruz.

Boğaziçine Sığınanlar eseri bu açıdan da büyük önem taşımaktadır. Düşünce ve akademik dünyamızın bundan çıkaracağı önemli dersler bulunduğu kanısındayım.





Prof.Dr.Erol MANİSALI









ÖNSÖZ
İlerdeki bölümler, az ya da çok tamamlanmış bir otobiyografi anla­mını taşıyan anılar olarak anlaşılmamalıdır. Bu kitap ile sadece benim ve dostlarımın, tanıdıklarımın yaşamlarının belli bir kesiti özel bir bakış açısı altında anlatılmaya çalışılacaktır. Onları kaleme almaya karar ver­memde, bir çok Alman ve Türk meslektaşımın, bu kitapta, bahsedilen Türkiye Mültecilerinden sağ kalan pek az kişiden biri olmam nedeniyle beni zorlamaları en büyük rolü oynamıştır. Böylece, genellikle hafızamda kalanlara dayanarak, nisbeten çok sayıda Alman dili konuşan bilim ada­mı ve sanatçının çok az tanıdıkları bir ülkede geçirdikleri bu on yılları ciddi ve kısmen de neşeli yanlarıyla anlatmaya çalışacağım.
Değineceğim sorunları ve olayları kısmen ele alan bazı eserler daha önce yayınlanmış bulunuyor. Bunların arasında ilk sırada, Horst Wid-mann'ın yaklaşık üçyüz sayfa tutan ve 1973'de Bern'de Herbert Lang ve Frankfurt'ta Peter Lang tarafından yayınlanan «Sürgün ve Eğitim Yardımı: Alman Dili Konuşan Akademisyenlerin 1933 sonrası Türkiye ilticası» adlı eserini saymak gerekir *. Bunlar arasında, Ernst Reuter'in basımı mükemmel bir şekilde gerçekleştirilen mektuptan istisna olmak üzere (Berlin Senatosu emriyle Berlin Eyalet Arşivi, Çağdaş Tarih Bölümü tarafından dört cilt halinde, Propylaeen Basımevinde 1972'den itibaren yayınlanmıştır) Wilhelm Röpke'nin mektupları (Mektuplar 1934 -1966, E. Reutsch Basımevi, Erlenbach-Zürih, 1976) ve Rudolf Nissen'in «Beyaz Yapraklar - Siyah Yapraklar-» (DVA, Stuttgart 1969) adlı bazı ayrıntılı açıklamalar içeren hatıratı sayılab[1]ilir. Ancak, Nissen'de olduğu gibi yazarın iltica süresince Türkiye'deki çalışmaları ya kısmi bir önem taşıyor, ya da yazar -Widmann gibi- daha ziyade belgesel araştırmalara ve röportajlardan çıkarttığı sonuçlara başvurmak zorunda kalıyor. Widmannjın eseri muhakkak ki küçümsenemez; ama kanımca, anlattığı çalışmalara şahsen katılmamış ve biz mültecilerin doğrudan doğruya edinmiş olduğumuz deneyimlere sahip olmamış bir yazar zorunlu olarak, en azından bir birlik halinde Önem taşıyan ayrıntıları değerlen­direbilmekten veya 'yıllar boyu yaşantımızı çevreleyen havayı tam olarak yansıtabilmekten uşaktır. Philipp Schwartz'ın «Türkiye Yılları Anıları» nın (1912) böyle bir eksik yanı yok., ancak o da mesleki ve zaman açı­sından sınırlı ve ayrıca - ne yazık ki - kitap halinde yayınlanmadı.
Nasyonal-sosyalist diktatörlüğün baskısı altında oluşan, Alman adamları, sanatçıları ve politikacılarının göç olayı elbette oldukça geniş tabakaları kapsıyordu ve 1933 sonrası yıllarda bir çok ülkede, özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nde, bulunan Alman dili konuşan mültecilerin mutlak sayısı Türkiye'ye sığınanların sayısını çok aşmıştı. Fakat sanı­yorum ki, Hitler Almanyasından kaçan mültecilerin nisbi önemi hiçbir yerde Türkiye Cumhuriyeti’ndeki kadar büyük olmamış ve çalışmaları kalıcı bir tesir bırakmamıştır. Bunun bir nedeni de bilim adamlarının ve sanatçıların faaliyetlerini daha ziyade iki şehirde yoğunlaştırmış olma­larıdır. Bu iki şehir eski başkent İstanbul ve yeni başkent Ankara'dır. Diğer yandan, Alman dili konuşan mültecilerin Türkiye'de tüm nüfusa göre sayısal oranları mültecilerin yaptıkları çalışmaların önemini isabetli bir şekilde yansıtmamaktadır. Çünkü 1933 yıllarında bu ülkede okuma-yazma bilmeyenlerin oranı, «Nazi Almanyası» mültecilerinin mesleki faaliyette bulundukları .diğer ülkelere nazaran oldukça yüksek idi. Ka­nımca herşeye rağmen, Alman dili konuşan bilim adamları ve sanatkar­ların o ülkedeki doktor,, avukat, kimyager, fizikçi ve dil öğretmenlerine, ayrıca bazı memur gruplarına yaptıkları etki olağanüstü geniş ve derin olmuştur. Bu etki sadece çağdaşlar için değil, sonraki bir-iki nesil için de geçerlidir.
Ve nihayet, her türlü - özellikle gönüllü olmayan - ilticanın, nereye olursa olsun, beraberinde getireceği genel sorunlara ek olarak Türkiye'­deki çalışmalarımızda iki özel zorlukla daha karşılaştığımızı belirtmek gerekiyor. Bunlardan birisi din (islam), diğeri ise dil idi. Bunlardan kaynaklanan sorunlara ilerde ayrıntılı olarak değinmemiz gerekecek. Şimdiden bunlara kısaca değiniyorum, çünkü Alman mültecilerin Türki­ye'de yürüttükleri çalışmaların başarısı bu değinilen iki özel - ve özellikle büyük! - zorlukları savabildiği sürece daha da belirginleşiyordu.
Bu kitabı, ilk planda eski Türk öğrencilerime, meslektaşlarıma ve hala Boğaziçi'nde veya Anadolu'da yaşamakta olan arkadaşlarıma ve ikinci planda uzun iltica yıllarımı birlikte geçirdiğim Alman dili konuşan meslektaşlarıma ve tanıdıklarıma atfediyorum. Çoğu bugün artık ne yazık ki yaşamıyor. Nazi diktatörlüğü döneminde kısa veya uzun süre, benim gibi Türkiye'de çalışmış olan ve bugün hayatta bulunan çok az-tahminimce bir düzineden daha az- kişi var; örneğin Clemens Holz-meister, Curt Kosswig, Ernst Hirsch, Friedrich Breusch ve Rosemarie Heyd. Fakat, ölenlerin birçoğunun eşleri veya kardeşleri henüz hayattalar. Onların yanısıra çocuklarının ve torunlarının da büyükleri için böylesine büyük, kelimenin tam anlamıyla hayati önem taşıyan ve bu kitabın, imkan dahilinde, sadık ve canlı bir resmini çizmeye çalıştığı olaylara belli bir ilgi göstereceklerini ümit ediyorum.
Fotoğrafların seçimi, okuyucuya keyfi gelebilir; bu üzücü eksiklik, daha ziyade, aşılamayan temin etme zorluklarından kaynaklanmaktadır.
Kitabın ön çalışmalarını eleştirel bir gözle okuyan üç eski öğrencim, Dr. Süphan ve Dr. Fuad Andıç'a (ikisi de Puerto Rico Üniversitesinde profesör) ve Dr. Ingrid Belke'ye (Hamburg) içten teşekkür ederim.
Frankfurt am Main Aralık 1979
Fritz NEUMARK

İçindekiler

Fritz Neumark’ı Sunarken ... ... ... ..., ... ... ... … … 2
Önsöz ... ... ,... ... ... ... ..., ... ... ... ... .... 4
İçindekiler ... ... ... ... ... ... ... ... ... ... ... ... ... 6
Olaylar Nasıl Gelişti ... ... ... ... ... :... ... ... ... ... ... … 7
İş Anlaşmaları ... ... ... ... ... ... ... ... ... ... ... ... 11
Göçün Neden ve Boyutları ... ... ... ... ... ... .... ... ... .. 13
Reddettiğimiz Ülke ... ... ... ... ... ...; ... ... ... ... .... .. 16
Geldiğimiz Ülke: İlk izlenimler ... ... ... .... ... ... ... ... 30
Alman Dili Konuşan Mülteciler Kimlerdi? ... ... ... ... ... ... 37
Politikacılar, Uygulamacılar ve Sanatçılar ... ... .... ... ... .... 56
Çalışmalarımız Bağlıyor ... ... ... ... ... ... ... ... ... ... 63
Öğrenci ve Profesörler .... ... ... ... ... ... ... ... ... ... 72
Türkiye Cumhuriyeti: Atatürk'ün Önderliğinde Yeni Amaçlar
ve Kurumlar ... .... ... ... ... ... ..., ... ... ... ... .. 76
Türk Makamları, Özellikle Polis ve Mahkemeler .... ... ... .. 84
Mülteciler ve <Üçüncü Rayh>ın Türkiye'deki Resmi Temsilcilikleri
ve İlişkileri ... ... ... ... ... ... ... ... ... ... ... ... 90
Üniversite Dışında Yaşantı ... ... ... ... ... ... ... ... ... 94
İkinci Dünya Savaşında Türkiye ... ... ... ... ... ... ... ... 100
<Üçüncü Rayh>ın Sonu - Dünya Savaşının Sonu ... ... ... … 109
Geriye Dönüş veya Başka Yere Gidiş ... ... ... ... ... ... 112
Geriye Bakış: Almanca Konuşan Mültecilerin Türk Kültür ve
Ekonomi Yaşamı Üzerindeki Etkisi ... ... ... ... ... ... 123
O Günkü ve Bugünkü Türkiye ...; ... ... ... ... ... ... ... 131
Onsöz ... ... .... .... ... ... .... ... ... ... ... … 137



















OLAYLAR NASIL GELİŞTİ
«Çıkarlararası uyum» görüşü 18. yüzyılın başlarından 19. yüzyılın sonlarına ve hatta kısmen Birinci Dünya Savaşına kadar, ilerlemeye inanmış aydınlanmacı teorisyenler ve ekonomi politikacıları tarafından savunulan bir doktrindi. Şüphesiz günümüzde geniş yığınlar veya aydınlar artık bu görüşe itibar etmemektedir. Ama yine de bu doktrinin gerçeği yansıttığı durumlar ortaya çıkmaktadır. Nasyonal-sosyalizmin iktidarı ele geçirmesinden sonraki yıllarda Alman'ların Türkiye'ye iltica etmeleri, bence buna benzer ve hatta mutlu bir istisnayı oluşturuyor. Bir yandan, Alman bilgin ve sanatçılarının, Almanya'da sonu bilinmeyen bir süre için kaybettikleri veya vicdani nedenlerle terkettikleri, eğilimlerine ve yete­neklerine uygun bir işi yeniden bulmanın kendilerine sağlayacağı yarar açıktır: Türkiye Cumhuriyeti'nin onlara böyle bir olanak tanıması, onlar için bir nimetti. Diğer taraftan, Hitler tarafından yaratılan özel durum­lar Türk hükümetine, Alman bilim ve sanat hayatının birçok kıymetli şahsiyetlerini bir defada elde etme olanağını sağlamasaydı, Türk bili­minde ve bazı sanat dallarında görülen ve kısmen Alman dili konuşan mültecilerin uğraşlarından kaynaklanan dikkate değer atılım; şüphesiz böyle kısa bir zamanda gerçekleşemezdi.
Biraz sivrice ifade edersek; 1933'deki Alman-Türk «mucizesini» ya­ratabilmek için üç devrim gerekliydi diyebiliriz.
Bu devrimlerin ilki, 1905 Rus devrimi idi; ikincisi 1922/23 Türk dev­rimiydi ve üçüncüsü, devrimci karakteri sık sık haksız yere inkâr edilen - ki, bu karakter, hiç de inandırıcı olmayan nedenlerle sadece «sol» dan gelen ihtilal hareketlerine mal edilir- 1933 Alman nasyonal-sosyalist devrimi.
1905 Rus devriminin konumuzla ilgili oynadığı önemli role gelince; Alman bilim adamlarının Türkiye'ye gelmesinde çok dolaylı da olsa büyük önem taşıyacak olan bir tabii bilimler profesörü, bu devrimi takiben diğer birçoklarıyla birlikte İsviçre'ye iltica etmişti. Sözü edilen kişi, Zürih'e gelişinden 20 yıl sonra Frankfurt'lu patolog Philipp Schwartz'ın kayın-babası olan Profesör Tschulok'tur.

İkinci devrim, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Paşa veya, sonradan anıldığı gibi, Kemal Atatürk tarafından başlatıldı. Bu devrim, Alman dili konuşan profesör ve sanatçıların Türkiye'ye çağırılmalarında büyük önem taşımıştır. Çünkü, Atatürk eski Osmanlı İmparatorluğu'nun yerine Cumhuriyeti getirdikten sonra, bilinçli bir şekilde çoğunlukla ihmallerden ibaret olan geçmişin günahlarını düzeltmeye yö­nelik bir politika güdüyordu. Bu politika, halifeliğin kaldırılmasıyla ve laiklik ilkesinin, yani islâm diniyle devletin ayrılmasının anayasal olarak temellendirilmesiyle, kendisini önyargısız, bağımsız bir bilime adamıştı. Gerçekten de Atatürk, sadece ateşli, duygusal bir vatan ve bağımsızlık sevgisindeki değişmezlik dışında, her alanda ilerici-rasyonel düşünen bir insan olarak kendini ispat etmiştir; her şeyden önce ekonomiyi ve adaleti temelinden yenilemedikçe diğer ilerici amaçlarını gerçekleştiremiyeceğinin de tamamen bilincindeydi.
Ve üçüncü devrim olan nasyonal-sosyalizm veya Hitlerizm (devrimci olmayan, hatta gerici yanları tabii ki hiçbir şekilde inkar edilemez ise de, ben onu, önceden değindiğim gibi, bir devrim olarak görüyorum) 1933'ün başlarında iktidarı ele geçirişinden daha birkaç hafta sonra kor­kunç bir istihza ile «Devlet Memuriyetinin Meslek Olarak îfasına Yeniden Dönüş Kanunu» adı verilen, gerçekte bu müesseseyi temelinden sarsan bir yasa çıkararak, amaçlarının bir bölümüne ulaşmaya çalışıyordu.
Başlarda bu yasanın oldukça esnek anlamlı hükümlerine dayanarak, sonradan hiçbir yasal dayanak olmaksızın, Alman bilim ve sanatının bir­çok temsilcisinin memuriyet statüsü - geçici ya da kesin olarak - kaldı­rıldı, veya kendi mesleğinde çalışmasına tamamen mani olundu. Nazilerin baştan hoşuna gitmeyen veya zamanla onların gözüne batan yüksek okul öğretmenleri, gazeteciler, sanatçılar, vb., eğer zaten «ırki» nedenlerle derhal işlerinden atılmadılarsa, memurluk statülerini yitirdikten sonra - parti veya onun diğer organları tarafından «tahammülü kabil olmayan kişi» ilan edilip işten atılana kadar- daha birkaç yıl kendi mesleklerinde çalışabildiler. Şunu da belirtelim ki, «ırki» nedenlere dayanarak işten çıkarmalar bahsi geçen kanunun «âri ırkına mensup olmayan» kişilerden Birinci Dünya Savaşında cephede savaşmışlara tercihli muamele yapıl­masını öngörülen hükümlerine çoğu zaman zıt düşüyor idi.
Büyük bir zamansal gecikmeyle de olsa, 1905 Rus devriminin bu kitapta anlatılan olaylara yaptığı derin etki, daha önce de değinildiği gibi, bu devrim yüzünden Zürih'e göç eden profesör Tschulok'un Albert Malche adında bir dostu olmasıyla yakından ilişkilidir. Cenevre Üniver­sitesi pedagoji profesörü ve ayrıca Cenevre Şehir Konseyi üyesi olan Malche, Hitler'in iktidara gelmesinden birkaç ay önce Atatürk'ten, Türk yüksek okullarının reform gereksinmelerini ve olanaklarını saptamak ve buna uygun öneriler yapmak görevini almıştı. Malche, pratik açıdan, kadro planları, fakülte, ders ve sınavların düzenlenmesi, enstitü, klinik ve benzeri müesseselerin kurulması veya genişletilmesi gibi konularda geniş bir ön çalışma yapmış durumdaydı. Bu sırada Almanya'da bilim adamlarının işten atılmaları da başlamıştı. Malche, bu olağan üstü du­rumların yol açtığı olanakların doğduğunu hemen gördü: Artık Türk üni­versitelerinde yapılacak reforma personel açısından da hızla girişilebi­lirdi. Tschulok ile yaptığı görüşmeler Malche'ye, Alman devriminden bir­kaç hafta sonra - haksız yere - komünistlikle suçlanarak Frankfurt Pa­toloji Bölümü'ndeki işini kaybeden ve Zürih'e kayınpederinin yanına gelen profesör Philipp Schwartz ile ilişki kurmak ve çalışkan Alman bilim adamlarını Türkiye'ye çağırmak için yollar arama olanaklarını sağladı.
Ne var ki, özellikle genç yaştaki Alman ve diğer ülke bilim adamla­rının yurtdışındaki yüksek okullarda, ve bu arada Yakın ve Orta Doğu'da, bir süre çalışmaları yeni bir olgu değildi. Örneğin, Türkler'in Almanya'­nın müttefiği olduğu Birinci Dünya Savaşı sırasında çok sayıda Alman bilgini, bu ülkede çalışmışlardı; iktisatçı Anton Fleck ve Friedrich Hoffman ile 1933'de Breslau'daki işinden alındıktan sonra ikinci kez İstanbul Üniversitesi'ne çağrılan ve hem eski tecrübelerinin hem de çok iyi lisan bilmesinin faydasını gören kimyacı Fritz Arndt, bunların arasındaydı. Özellikle Ankara Ziraat Fakültesi'nde yirmili ve otuzlu yılların başların­da çok sayıda Alman bilim adamına yönetici mevkilerde rastlamak müm­kündür. Buradaki «Fakülte» terimi tamamiyle doğru değildir. Çünkü, önceleri «Ziraat Okulu» adını taşıyan bu müesseseden zamanla - veteriner fakültesi dahil - dört fakülteli (fakat adı gene de «enstitü» olan) gerçek bir Ziraat Yüksek Okulu gelişmişti. Ama bu müessesenin Alman üyeleri, mülteci profesörlerle çok az ilişki kurmuşlardı. Alman dili konuşan pro­fesörlerin yanında 1933'den önce bazı, elbette nisbeten az sayıda, Alman olmayan yabancı profesörler de istanbul'da bulunuyordu. Örneğin, şah­sen çok sempatik ama kendi ülkesinde olduğu gibi dışarda da mesleğinin sadece vasat bir temsilcisi sayılan Fransız kamu hukukçusu Charles Crozat ve birkaç yıl sonra tifüsten ölen kabiliyetli Cenevrelİ zoolog Andre Naville bu gruptan idiler. 1933'de başlayan ve yalnızca Alman ve Avus­turya vatandaşlarından oluşan o «yığınsal istilâ», sadece Türk yüksek okulları için değil, tamamen alışılagelmişin dışında bir durumdu.
Malche, daha önce de belirtildiği gibi, Philipp Schwartz'dan aldığı haberlere dayanarak epey evvelden ve Atatürk'ün ve zamanın kültür ba­kanı Dr. Reşit Galip'in huzuruna çıkmış, Hitler'in ülkesinde olan olaylardan Türk yüksek okullarında yapılacak köklü bir reform için ne gibi bulunmaz olanakların doğduğunu anlatmaya çalışmış ve her ikisinde de büyük bir anlayışla karşılaşmıştı. Elbette bu yürekli plana kargı gelen bir sıra insan olmuştu. Bunların arasında özellikle, yurt dışından gelecek rekabetten (haklı olarak) çekinen doktorlar ve bazı gelenekçî-tutucu Türk yüksek okul öğretmenleri bulunuyordu. Fazla uzun sürmeyen tartışma­lardan sonra Malche, Alman profesörlerle kapsamı tam belirlenmiş iş anlaşmaları yapma yetkisini aldı; ve aynı zamanda İstanbul Üniversite'sini onun ilerlemesini önleyen «yükten» kurtarmak için önlemler alınmaya başlandı.
Bu son söylediğimizin anlaşılabilmesi için şunu belirtelim: Eski üni­versitede bir dizi nitelikli bilim adamının yanı sıra, Osmanlılar zamanın­dan kalma kötü adetler yüzünden akademik görevlerini çok az veya hiç yerine getirmeyen, sadece ayda bir kez - oldukça mütevazi olan - maaş­larını almak için üniversitede gözüken çok sayıda profesör ve öğretim üyesi bulunmakta idi. Bunlar gibi yeniden kuruluş karşıtlarına, uzun ve açık direniş zamanı tanımamak için, psikolojiyi ustaca kullanarak tek bir yasa ile İstanbul Üniversitesi reformunu hükümetin düşündüğü ve Malche tarafından genel olarak biçimlendirildiği şekilde gerçekleştirme kararı alındı. 31 Mayıs 1933 tarihli bu yasa, varolan üniversitenin 31 Temmuz1 1933'de kapatılmasını ve yeni üniversitenin l Ağustos 1933 günü kurul­masını öngörüyordu; eski yüksek okulun «Dar-ül-fünun» olan adının «İstanbul Üniversitesi» şeklinde değiştirilmesi de dikkate değer.
Ancak bütün bunlarla Alman dili konuşan tüm bilim adamlarının Türkiye'ye gidebilmeleri ve orada çalışmaya başlayabilmeleri için gerekli tüm koşullar sağlanmış olmuyordu. Zira, iş anlaşmalarının resmen im­zalanması gerekiyordu; yeni Alman hükümetinin ise ünlü bilim adamla­rını geniş çapta kaybetmeme isteği yüzünden (Özellikle yurt dışından ge­len postaya konan sansür de dikkate alınırsa) anlaşmaları tarafsız bir ülkede, somut olarak İsviçre'de yapabilme olanağının yaratılması gere­kiyordu. Daha sonra ilk iltica eden bilim adamları grubundan başlayarak diğer mülteciler ile Malche arasındaki anlaşmalar, bu ülkede imzalanmış­tır. Daha sonra tekrar değineceğimiz bu anlaşmaların genel koşulları, Türk Milli Eğitim Bakanlığı ile Malche, profesör Sehwartz ve profesör Rudolf Nissen arasında Ankara'da görüşülerek kararlaştırılmıştır.
Türk hükümetinin, tamamen batılı ölçülere göre kıymetli ve tanın­mış bilim adamlarının İstanbul ve daha sonra Ankara için kazanılması şeklindeki anlayışla karşılanabilecek isteği uygun adayların aranmasında önde gelen bir rol oynadı. Böylece, daha doçent olmamış veya yeni olmuş, fakat o zamanki ifadeyle «memur olmayan profesör» unvanını alamamış genç bilim adamları, tamamen dışlanıyorlardı. Gerçekten de hükümet, o ülkede kaldığım sürece, bildiğim kadarıyla sadece iki-üç kere bu konuda istisnaya izin verdi. Bunun yanısıra, Alman bilim adamlarından hangisi­nin İstanbul'a veya Ankara'ya yapılacak bir çağrıyı gönüllü olarak veya mecburen kabul etmeye hazır olduğu ve kabul edebileceğinin uzun zaman bilinememesi de büyük önem taşıyordu. Ender hallerde Alman hükümeti tarafından işlerine son verildiği resmen ilan edilen bazı kişilerin durumu tabii ki açıktı. Bu işten atılmalar için politik veya «ırkî» nedenler esas olabilirdi; bu iki nedenin birlikte varolduğu durumlar da ender değildi.
Bir taraftan profesör Malche'nin hazırladığı objektif kadro planları taslaklarının ortaya koyduğu gereksinmeler, diğer taraftan potansiyel göçmenler çevresinden gelen nitelikli öğretim üyelerinin bireysel düzey­deki arzı her zaman birbirleriyle uyuşmadığından zorluklar çıkabiliyordu. Sonradan Londra'ya taşınan ve 1933'de profesör Philipp Schwartz'ın gi­rişimi ile Zürih'te kurulan «Yurt Dışındaki Alman Bilim Adamları Yar­dımlaşma Derneği», bu ilişkide bir kliring mercii olarak işlev görüyordu. Bu örgüt uzun süre müşavir Dr. Fritz Demuth'un mükemmel yönetimi altında çalıştı. Uygun elemanların - sadece profesör unvanını taşıyanların değil -, asistanların da bulunmasında son derece yararlı ve yardımcı olan bu dernek, Ekim 1933'de yeni İstanbul Üniversitesinin açılışına kadar Türk hükümetine yabancıların alınacağı kürsüler için çok sayıda profesör önerilmesinde, böylece kontratların kısa zamanda imzalanmasında ve yeni üyelerin hemen akademik çalışmalarına başlamalarında oldukça önemli bir rol oynamıştır. Nisbeten çok az sayıda boş yer kalmıştı ki, onlar da daha sonra dolduruldular.

























İŞ ANLAŞMALARI
Türk hükümeti namına mülteci Alman profesörlerle yapılan kontrat­lara gelince; bunlar, özellikle, aramızdaki yaşlı meslektaşların düşündükleriyle Türk Hükümeti'nin uygun görüp mali açıdan yüklenebileceği ara­sında dürüst bir uzlaşma sağlamaktaydı. Bu arada yerli profesörlerin maaşlarının, o zamanlar, biz yabancılara verilenin yarısından az olduğunu, hatta dörtte biri kadar tuttuğunu da göz önünde bulundurmak gerekir. Bu durum başlangıçta kıskançlığa neden olmuş ve bazı Türk meslektaş­larda anti-reformcu eğilimlere yol açmıştı. Medeni hali ve çocuk sayısına göre hafif farklı olan aylık gelirlerimiz, net olarak, yani ödemekten kat'i bir şekilde muaf tutulduğumuz vergiler göz önüne alınmaksızın, 500 ile 600 TL. arasındaydı. O zamanki döviz kuruna göre bu tutarın karşılığı 1000.— RM. (Rayh Mark) idi; fakat bir liranın satın alma gücü, resmi döviz kuruyla hesaplananın çok üzerinde yer almaktaydı. Özellikle yerli gıda maddelerinin ve sigara, alkol, vb. gibi maddelerin fiatları, ortalaması alınırsa, Almanya'dakilerin ancak yarısı kadardı. Aynı zamanda, kiralar ve giyim eşyalarının fiatları da nisbeten daha düşüktü. Elbise ve palto­ların yanı sıra, gömlek, pijama ve ayakkabılar da hızlı, ucuz ve iyi çalışan Yunan asıllı terzi ve kunduracılara ısmarlama yaptırılırdı.
En azından aramızda daha genç olanlar için, aldığımız maaş Savaş başlangıcına kadar uygun ve yeterliydi. Kontrat süresi beş yıl olarak saptanmıştı. Her profesör, Türk dilini mümkün olan en kısa zaman içer­sinde öğrenmek üzere çaba harcamakla ve kendi bölümünde ders kitapları yazmakla yükümlüydü. Kontrat, bunun yanı sıra, taşınma masraflarının karşılanması sorunu ile ilgili bir madde içeriyordu, özellikle aramızdaki yaşlı meslektaşların mobilyaları ve Türk profesörleri için henüz yabancı olan boyutlardaki özel kütüphaneleri, Türk makamları ile bazı profesör­ler arasında maalesef bazı anlaşmazlıklara yol açtı. Profesörler böylece taşınma masraflarının karşılanması konusunda ödün verme zorunluluğu ile karşı karşıya kaldılar.
Bu ilişkide o zamanki Türk bürokratlarının düşünüş şekli için birçok yönden karakteristik olan şu küçük olayı aktarmak istiyorum: Pratiklik nedenleri göz önüne alınarak, taşınma masraflarının karşılanması soru­nunu kesin sonuca bağlamaya yönelik görüşmeler, aramızdan bir meslektaş tarafından yürütülmekteydi. Yabancı profesörler topluluğunun «sözcülüğünü» içeren zor ve hiç de hoş olmayan görev ise bana düşmüştü.
Şahsi seyahat masrafları götürü olarak, kişi başına 250 Lira (= 500 RM) üzerinden kabul edilmişti, ki böylece geriye yalnızca eşya nakil masrafları kalıyordu. Daha önce de belirtildiği gibi, Hükümet taşın­ma masraflarının bu kadar çok tutacağını göz önünde bulundurmadığı için, anlaşma yoluyla, tahmin edilen toplam masrafların yüzde 90'ı üze­rinde karar kılındı. Aynı anlaşmaya göre, eğer özel durumlarda daha az veya hiçbir masraf ortaya çıkmazsa, söz konusu «tasarruf» bir ek ödeme olarak aramızda paylaşılacaktı. Bu arada, mobilyalarını henüz istanbul'a göndermemiş olan Teknik Kimya Enstitüsü müdürü profesör Reginald Oliver Hersog, İsviçre'de geçirdiği Noel tatili sırasında intihar etti. Böy­lece, profesör Herzog için ayrılan ve birkaç bin TL.'yı bulan taşınma ödeneği, yukarda sözü geçen yüzde 10 kesintinin indirimini sağlamak üzere diğer profesörler arasında dağıtılabilecek idi. Ancak, bu konu üze­rine üniversite genel sekreteriyle görüştüğümde, sözkonusu tutarın Herzog'un imzasını taklit eden bir üniversite memuru tarafından çekildiği ortaya çıktı. Açık bir dolandırıcılık olayının varlığı inkar edilmediği hal­de, paranın fiilen «artık ortada olmadığı» gerekçesiyle, bu tutarın bize ödenmesi kesin olarak reddedildi. Devletin, hizmetindeki memurların suç­larının sorumluluğunu taşıyabileceği, gayet iyi niyetli olan muhatabımın aklından bile geçmiyor; yalnızca, suçlu memurun dolandırdığı paranın maaşından taksitlerle kesilebileceğini, fakat maaşın çok düşük olması nedeniyle meselenin on yıl sonra bile tümüyle kapanmıyacağını belirt­mekle yetiniyordu.
Başlangıçta birçoğumuz, Türkiye Cumhuriyeti’nin mali konularda bize vaat edildiği gibi güvenilir olup olmadığı hakkında kuşkuluyduk. Bu kuşkularda, dağılan Osmanlı İmparatorluğu'nun tutumunun, Devletin şeklen iflası da dahil olumsuz biçimde anımsanması, belirli bir rol oyna­maktaydı. Fakat, ilk maaşlarımızın ödenmesine kadar birkaç haftanın geçmesi, ne ard niyet, ne de ödeme acizliğinden kaynaklanıyordu. Diğer birçok konularda olduğu gibi ve bugün de sadece az gelişmiş ülkelerde görülmeyen (örneğin, bir seferinde büyük ve zengin bir Amerikan üni­versitesinde üç ay, ilk konuk profesör maaşımın ödenmesini bekledim) esas neden, dev bir bürokrasiydi. Bu bürokrasi, ondan nasıl kaçılacağını henüz bilmeyenlere, pek zor saatler yaşatırdı. O zamanlar A'nın B'ye, B'nin C'ye, C'nin D'ye ve D'nin yine A'ya verdiği borçlarla yaşayan biz­leri yatıştırmak üzere maaş ödentilerini başlatmanın biraz zor olduğu, fakat bir kere başlayan ödemelerin kesin ve düzenli bir şekilde süreceği; hattâ bazen ölüm halinde dahi maaş listelerinden çıkarılmama, yani Gogol'cü anlamda «ölü ruhlar» arasında yer alma tehlikesinin mevcut olduğu (eğer bu bir tehlike olarak görülebilirse) dile getiriliyordu. Ger­çekten, daha sonra maaşlarımız sürekli ve vaktinde ödendi. Bu konu ile ilgili bir yakınmamız da olmadı. Malche'nin zamanında Röpke'ye belirttiği ve Röpke'nin de bana, daha İstanbul'a varışımdan kısa bir süre önce İsviçre'den mektupla bildirdiği gibi, bu ödemeler, genç Cumhuriyetin Hükümeti için «bir yerde ulusal prestij meselesi» idi. Hükümet, Atatürk'ün ruhuna sadık bir şekilde, bizlere karşı kusursuz davranmaya büyük bir değer veriyordu. Bu da, bu ülkeye minnettar olmak ve onu haksız suç­lamalara karşı savunmak için başka bir nedendir. Bizlerin Türkiye'den ayrılışından sonra - özellikle 1978-1979 yıllarında - uluslararası ödemeler­de defalarca büyük boyutlarda ve uzun süreli tıkanıklıkların ortaya çık­ması, aceleci bir endüstrileşme politikasının sonuçları olup, bu politikada, bazı kamu inşaatlarında da olduğu gibi, ekonomik açıdan irrasyonel gerekçeler rol oynamıştır.













GÖÇÜN NEDEN VE BOYUTLARI
Türkiye'ye iltica eden bilim adamı ve sanatçıların oluşturdukları çevrenin bir araya gelişinde, ilerde sözü geçecek olan ilim ve sanat dal­larına göre sınıflandırma bir yana, politik açıdan değişik nedenler rol oynamıştır.
İlk özellik, nasyonel-sosyalist propaganda için çok önem taşıyan antisemitizm (Yahudi düşmanlığı) göz önünde bulundurulursa, «ırk» faktörü idi. Bilindiği üzere bu faktör, nazilerin anlayışına göre, hiçbir şekilde dinsel inanç ile özdeş değildi: Ne mezhepsizlik, ne de eskiden - çoğunlukta çocukluk yaşında - bir Hıristiyan mezhebine geçmiş olmak, iktidarın yeni sahiplerinin aldıkları işten çıkarma kararlarında herhangi bir anlam taşımıyordu. Bunun ötesinde, Hıristiyan ve Yahudi'ler arasın­daki karışık evlilikler de çoğu kez önemli bir rol oynamıştır; zira birçok Yahudi olmayan profesör ve sanatçı «âri ırkına mensup olmayan» eşle­rinden ayrılmak istemediklerinden, ya işten çıkarılmışlar, ya da çıkarıl­makla tehdit edilmişlerdir. İlgi çekicidir ki, Türkiye'ye iltica eden Yahudi veya «yarı âri» meslektaşların büyük bir bölümü, böyle karışık evli idi­ler. Ayrıca bunlar, az sayıdaki bekârlar da dahil olmak üzere tüm Yahudi ordinaryüs profesörlerin hemen hemen yüzde 50'sini oluşturuyorlardı. Bu oran, o dönemde Almanya'daki aynı oranın çok daha üzerinde idi. Nas­yonal-sosyalist iktidar sahipleri için bilimsel ve/veya politik-sosyal açıdan değer taşıyan kişileri, Almanya'daki yerlerini korumak veya tekrar elde edebilmek vaadi ile, «âri olmayan» karı veya kocalarından boşatmak için az gayret sarf edilmedi; fakat bu gayretler çok kez, hatta diyebiliriz ki çoğunlukla, başarısız kalmıştır. Bu ilişkide, derin bir memnuniyet ve şükranla, «âri» olan eşimin hiçbir zaman benden ayrılmayı düşünmedi­ğini ve hiç tereddüt etmeden, geleceğe yönelik endişeleri benimle payla­şarak iki çocuğumuzla birlikte göç denilen sonu belirsiz yola benimle beraber çıktığını vurgulamak isterim.
İkinci bir faktör ise, salt dinsel inançtan oluşan, mücadeleci ve çoğu zaman «siyasi» olarak nitelendirilen «katolisizm» (katoliklik) idi. Ka­tolik Merkez Partisi, bir ölçüde başkanı Praelat (ruhani lider) Ludwig Kaas'ın - en hafif tabiriyle - gevşek ve ileriyi göremeyen tavrı dolayısıyla, Hitler rejimine karşı direnişinde potansiyel başarıyı elde edemez ve ar­zuladığı, daha sonra Franz von Papen'in girişimleri sayesinde varılan «Reichskonkordat»ın (kilise ile devlet arasındaki uzlaşma) Alman ka-toliklerinden ziyade Hitler'e yaradığını çok geç farkeder iken, bazı kato-likler, Nazi rejimi'ne karşı savaşı Almanya içinde - örneğin Münster'li piskopos Graf von Galen gibi- ve dışında cesurca sürdürüyorlardı. Bu ikinci gruba mensup olanlardan birisi, esas branşı biyofizik ve radyoloji olan, doğa felsefesi hakkında bir çok yayının yazarı, Alman Parlamen­tosunda uzun süre Merkez Partisi grubuna liderlik etmiş ve Frankfurt'ta profesör olarak çalışmış olan Friedrich Dessauer idi. İlk röntgen deney­leri sırasında aldığı ağır yanıkların izini taşıyan Dessauer'i, ikimizin de Frankfurt'ta öğretim yaptığımız zamandan tanırdım. 1930 yılında, bü­yükçe bir toplantı vesilesiyle bir araya gelişimizi ve müşterek bir ahbabımızın başına gelenleri konuştuğumuzu hatırlıyorum: Alman Maliye Bakanlığı Müsteşarı Beusch, durup dururken makamını ve siyasi nüfu­zunu kaybetmişti. Dessauer o gün bana düşünceli bir tavırla ve uzak olmayan günün birinde aynı akıbetin kendi başına da gelebileceğini sezemeden şunları söylemişti: «Hükümet değişmesi gibi dış etkenler ile bir insanın yüksek bir mevkiden birdenbire uzaklaştırılması ve tabiri caizse bir boşluğa itilmesi ne korkunç ve insanlık dışı bir dram.» Bu konuya ilaveten bir noktaya daha dokunmak gerek: Almanya'da eskiden -impa­ratorluk devrinde olsun, Weimar Cumhuriyeti döneminde olsun- siyasi nedenlerle işinden çıkarılanlara emeklilik maaşı veya benzeri bir tazminat ödenmesi çok doğal idi. Nazi Almanya'sında ise, işten çıkarılan devlet memurlarına yalnız birkaç yıl emeklilik maaşı ödeniyor, memur olmayan diğer kamu hizmetlilerine -örneğin benim gibi-, birkaç aylık geçiş dö­nemi yardımı bile yapılmıyordu.

Ordinaryüslerin yaklaşık dörtte birini veya tüm profesör ve diğer mültecilerin hemen hemen üçte birini oluşturan; kendisi veya eşinin «ırki bir mahzuru» bulunan, ya da dinsel veya (eğer böyle bir ayırım mümkün ise) politik nedenlerle faal protestan veya katolik akımlara katılmış olan mültecilerin dışında bir üçüncü mülteci grubu da mevcuttu: Politik eği­limleri ve böylece iktisat politikası alanında da tutumları, kalp ve beyinleriyle liberal olan kişiler. Bunlar arasında doğal olarak küçümsenemeyecek sayıda sosyal bilimciler bulunuyordu; örneğin, arkadaş ve meslek­taşlarım Gerhard Kessler, Wilhelm Röpke ve Alexander Rüstow. Mülte­cilik Rüstow ailesinde neredeyse ırsi sayılabilir: Gerçekten de, Alexander Rüstov'un büyük amcası Wühelm Rüstow, başarısızlıkla sonuçlanan 1848 devriminin akabinde Prusya'dan İsviçre'ye göçmüş. Alexander'in adı ge­çen amcası da babası gibi yüksek rütbeli bir subay imiş. Onun boyun eğmez liberalist eğilimi ve insancıllığı büyük yeğenine miras kalmış ise de aynı şey, kanımca onun yayınlanan birçok eserinde de - örneğin bir «Piyade Tarihi» gibi- ortaya çıkan stratejik kabiliyeti konusunda iddia edilemez.
Dördüncü ve son grup olarak, inanmış sosyal-demokrat mültecileri anmak isterim. Bunların içinde ırkî yönden takibata uğrayanlar da vardı, uğramayanlar da. Bu ikinci gruba mensup kişilerden ikisinin adını şim­diden belirtmek gerekirse: Berlin'in eski şehir imar müşavirlerinden Martin Wagner ve sonradan (Batı) Berlin'de hükümet eden belediye baş­kanı olan, daha önce Magdeburg belediye başkanı ve aynı zamanda mil­letvekili Ernst Reuter. Öbür taraftan aramızda komünist yok sayılırdı. Komünist olduğunu ancak sonradan öğrendiğimiz tek istisnayı, Türkiye'ye savaşın başlamasından sonra gelen, genç tarihçi Ernst Engelberg oluş­turuyordu. Hatırımda kaldığı kadarıyla, bir süre yabancı dil okulunda çalışmış olan Engelberg'in Komünist Partisi üyesi olduğundan, ancak çok sonra haberim oldu. Savaş bittikten sonra, Almanya'nın o zamanki adıyla Sovyet İşgal Bölgesi'ne dönen ve orada kısa bir zaman sonra, Leipzig Üniversitesi’ndeki bir tarih kürsüsüne profesör olarak çağırılan Engelberg, birkaç yıl sonra bana oradan komünist bir tarih dergisinde çıkan (ve oldukça ilginç) bir yazısının ayrı baskısını gönderdi. Daha sonra Doğu Berlin'de profesör olan Engelberg, orada ve Almanya dışında iyi bir isim edinmiştir. Ben kendisini 1950'den sonra bir daha görmedim.
Türkiye mültecilerinin sayısal büyüklüğü tahmin edilmek istenirse birçok zorluklarla karşılaşılır. Birincisi, gelenlerin çoğu ve hatta çoğun­luğu yakınlarını da beraber getirmişti ki, bunların sayısı ortalama üç olabilirdi. Sonra, özellikle tabii bilimciler, tıp adamları ve filologlar ara­sından birçok profesör, o zamanlar bazılarını tanıdığım ama şimdi teker teker hatırlayamıyacağım bilimci veya teknisyen asistanlarını da birlikte getirmişlerdi. Üçüncü olarak, zamanla gelen mülteciler arasında akade­misyen ve sanatçılar ile hiç veya çok az ilişkisi olanlar da vardı. Ben ise, sadece akademisyen ve sanatçılar üzerine yazmakta olduğum ve de diğer­lerinin çok azını tanıyabildiğim için, onları bir kenara bırakmak zorun­dayım. Dördüncü ve sonuncu olarak dikkate alınması gereken husus, belirtilen sınırlamaya rağmen, yıllar geçtikçe mevcudumuzda kişisel de­ğişiklikler olması idi. Bu gibi değişiklikler, bir profesör başka bir ülkeye gidince veya vefat edince ortaya çıkıyor ve bu durumlarda yeni bir pro­fesörün çağrılması icap ediyordu. Özellikle iktisat bilimcileri arasında sık değişmeler oluyordu; böylelikle fakültemizde aynı anda yalnız beş pro­fesör öğretim yapar iken, geçen yirmi senelik zamanın tümü göz önüne alındığında bu sayı, yedi veya sekize varır. Sayıları bakımından yüksek okul öğretmenleri, (geniş anlamda) sanatçıları oldukça geride bırakıyor­du. Bu grup, tahminlerime göre, yaklaşık 70 kişiyi buluyordu, ki bunla­rın çoğu ordinaryüs, küçük bir kısmı ise ordinaryüs olmayan profesör idiler. Ama İstanbul ve Ankara'da aynı zamanda çalışmakta olan profesör sayısı, elli ile altmış arasında, bilimsel ve teknisyen asistanların sayısı ise on ile yirmi arasında olmalıydı. Öte yandan, yönetici mevkiinde vazife almış sanatçıların sayısı on'u geçmiyordu; fakat bu rakama, orta sevi­yede çalışan birkaç kişiyi de eklemek gerekir.






























TERKETTİĞİMİZ ÜLKE
Eski Avusturya-Macar monarşisinin dağılmasıyla meydana gelen devletler, yani Alman İmparatorluğu ve Avusturya arasındaki - şüphesiz kûçümsenemiyecek - farklılıkları bir yana bırakacak olursak, Türkiye'ye sığınan (ve Alman dili konuşan) ilim, sanat ve siyaset adamlarının ço-. ğunun, yaşamları boyunca birçok politik, toplumsal ve ekonomik felaket ve dönüşümler görüp geçirmiş olduğunu söyleyebiliriz. İltica devresinde yaşamlarının - benim gibi - üçüncü onyılına yeni başlamış veya otuzlarını yeni bitirmiş olanlar, olaylara aramızdaki yaşlılara kıyasla doğal olarak daha değişik bir gözle bakıyorlardı. Profesörlerin büyük bir bölümü, kırk­larında veya ellilerinde idiler. Altmışa yaklaştıkça, mültecilik herhalde giderek kendilerine daha zor gelmiştir.
Geriye dönüp baktığımızda, terkettiğimiz ülke bize nasıl görünüyor­du?
Gençliğimizde, hiç değilse okula gittiğimiz süre boyunca (bu söyle­diklerim sadece benim şahsi tecrübe ve hislerime dayanmaktadır), Kaiser Wilhelm devrinin parlaklığını ve fevkaladeliğini yaşamıştık. Okulda gelenekleştirilmesi ve teşvik edilmesi sonucu kendimizi, gözlerimizi ka­payarak, milliyetçiliğe kaptırmıştık. Fakat, adil olmak gerekirse, Birinci Dünya Savaşı öncesi, savaş süresince ve hatta bitiminden beş-altı yıl sonra bile milliyetçiliğin, «vatan aşkı» adıyla kamufle edilmiş olsa da, savaşa katılmış ülkelerin hepsinde büyük harflerle yazıldığını söylemeli­yiz. Bazı çevrelerin savaşa karşı çıktığı duyuluyordu; solcu diye adlan­dırılan partilerin, özellikle savaşın çıkmasından önceki son seçimlerde parlamentoya büyük sayıda milletvekili sokmayı başaran sosyal-demokratların, parlamenter demokrasiyi kurmaya yönelik çabalarını duyuyor­duk. Fakat, demin de değindiğim gibi, herşeyden önce okulun etkisiyle, genellikle hepimizin yüreği, vatanperverlik ateşi ile yanıyordu. Her ne kadar arada sırada - tabiri caizse - «aşağı tabakalar» ile ilgilenebildim ise de, egemen, olan siyasi sistem ve onun ayakta tuttuğu «ileri kapita­list» ekonomik düzen ile işçi kesiminin ve de alt düzeydeki memur ve hizmetli tabakalarının büyük kısmında hüküm süren sefalet arasındaki ilişkilerin hiçbir şekilde bilincinde değildim. Burada dikkat edilmesi ge­reken bir husus da, 20. yüzyılın başlarında işçilerin içinde bulundukları maddi şartların, Almanya'da İmparatorluğun kurulması ile aynı zaman­lara rastlayan «sınai devrimin» başlarına nisbetle gene de daha iyi oldu­ğudur. Benim devam ettiğim sıralarda Almanya'nın yüksek dereceli okul­larında uygulanan siyaset ve tarih eğitimine bir örnek olarak şu olay gösterilebilir: 1918 yazının başlarında Hannover Lisesine giderken –ki bu lise, oradaki Kaiser Wilhelm Lisesi ile karşılaştırıldığında, vatanper­verlik konusunda epey çekimser sayılırdı - girdiğimiz olgunluk sınavla­rında kompozisyon konusu şöyleydi: «Ordu kumandanlarının yaptıkları, neden en yüksek övgüye layıktır?» Ve bunu bize, Erich Ludendorff'un son derece rizikolu siyasi ve askeri stratejisinin neden olduğu, Alman batı cephesinin çöküşüne birkaç hafta kala soruyorlardı!
1914'e kadar hakim olan ilerlemeye karşı beslenen sarsılmaz bir inanç ile birleşen «güven» duygusu, son derece kuvvetliydi. Örneğin, çocukluk çağımda hâlâ altın akçe ile alışveriş yapılabilmesi bile Alman parasının değerinin sürekliliğine, yani hem dışarda hem de içerdeki değerini - satın alma gücünü - kayıtsız şartsız koruyacağına olan inanca bir temel teşkil ediyordu.
En çok hayranlık duyduğumuz, ama savaşın başlamasıyla da en çok nefret ettiğimiz ülke, o zaman da bugünkü gibi pek doğru bir ad olmayan İngiltere adıyla anılan Büyük Britanya idi. Genç Alman-Yahudi şairi Ernst Lissauer'in İngiltere üzerine bestelediği ve savaşın başlamasından hemen sonra büyük moda olan nefret dolu şarkıdaki şu karakteristik nakarat: «Hepimizin bir tek büyük düşmanı var: O da İngiltere!», bu büyük ülkeye karşı duyulan nefretle karışık sevgiye bir işaretti, Friedrich List gibi bir adamı aynı şekilde coşturan da gene bu ilişki olmuştur. Fransa'ya gelince, bu ülke, zaferimizle sonuçlanan 1870/71 savaşına rağ­men, belki de bu nedenle, bizim için «ezeli düşman» kalmıştı; Ren neh­rinin öte tarafında da Almanlara karşı iyi hisler beslenmediğini anla­mak kolaydı. Fakat, ne olursa olsun: Savaş talihinin artık kesinlikle müttefiklerin lehine dönüştüğü zaman bile birçok kimse, hatta çoğunluk - aynen 1945 başlarında olduğu gibi - nihaî büyük zaferin mümkün oldu­ğuna inanıyordu, ki o zamanlar, Goebbels'in Propaganda Bakanlığı'na benzer bir kuruluş henüz yoktu. «Mucize yaratan silah» rolünü, o vakit­ler sınırsız olarak kullanılan denizaltılar yüklenmişti.
1918 yılının Kasım ayı başındaki çöküş, olayları yaşamıyan bir kişi­nin tasavvur edemiyeceği bir hızla gelişti. Askere alınan son yaş grubu içinde, daha 18 yaşına basmadan üniforma giyen ben, devrim günü olan 9 Kasım 1918'de, o zamana kadar var olan örnek disiplin anlayışının harfi harfine birkaç dakika içersinde ortadan kalkışına; üstlerimizin, özellikle subayların, birdenbire kayboluşuna; ve herkesin kendi kendine evine dönmeye karar verişine şahit oldum.
Ben o sıralarda henüz cepheye gönderilmemiştim, zira devrim, onbeş gün erken vuku bularak buna mani olmuştu. Gene de bu oluşum, beni herşeyi yeniden düşünmeye zorlamıştı. Bu görüş değişikliği, doğal olarak bende ve birçok arkadaşımda öyle birdenbire oluşmamıştı. Şöyle ki; ye­niden görev başına döndüğümüzde, ki bu kez seferberliğin kaldırılması için dairelere gönderilmiştik (ben, «X araçlı birlikler yüzbaşılığına» ve­rilmiştim); üstlerimizi hâlâ o kafamıza yerleştirilen biçimde selâmlamak­tan vazgeçemediğimi hatırlıyorum. Bunun üzerine, bizim dairede görevli, saf ve babayani bir sosyal-demokrat askerler konseyi üyesinden şu azarı işitmiştim: «Bu asker numaralarını bırak artık! Biz devrimi bunun için yapmadık!»
Siyasi düşüncelerimde değişiklik, daha doğrusu politikayı anlamaya başlamam, benden daha yaşlı birkaç arkadaşım sayesinde gerçekleşti. Özellikle Hannover'li kitapçı Ludwig Ey ile gene bu kentte yerleşmiş olan gazeteci Johannes Frerking, beni yavaş yavaş imparatorluğun çökmesi­nin bir tesadüf değil de, aksine, acil bir zaruret olduğu konusunda ikna etmeyi becerdiler. Bundan kısa bir süre sonra (Önce Jena'da, daha sonra Münih'te) üniversiteye girdiğimde hemen şunu farkettim: Zeki ve uyanık fikirli sol bir grubun yanında öğrencilerin büyük bir çoğunluğu, aynı profesörlerin de çoğu gibi, muhafazakar daha doğrusu gerici bir düşünüş tarzına sahip olduklarını hiçbir şekilde gizlemiyorlardı. Bunların bir çoğu savaşa katılmıştı ve bir yandan eskiden sahip oldukları sınıfsal imtiyaz­larını yitirmenin acısını çekerken, diğer taraftan da kısmen savaş öncesi başladıkları öğrenimi bitirmekten başka bir şey düşünmüyorlardı. Hiç utanıp sıkılmaksızın, Matthias Erzberger ve Walter Rathenau'a karşı işlenen cinayetleri kutluyor; siyah-beyaz-kırmızı renkteki renkli impara­torluk bayrağının yerine getirilen siyah-kırmızı-altın renkli yeni -ama kökü 1848'e kadar uzandığı için esasen eski ve geleneksel sayılabilecek -cumhuriyet bayrağını, «siyah-kırmızı-hardal» diye adlandırılan adi bir espriyle alay konusu ediyorlardı. Bu bayrakla ellerine geçen her fırsatta alay etmelerine rağmen - istisnai durumlar hariç - kendilerinden hiç he­sap sorulmuyordu.
Şüphesiz Heidelberg ve Frankfurt gibi bazı üniversitelerde, o zamana kadar diğer müesseselerdeki gibi Alman yüksek okullarını tekelinde bu­lunduran o eski düşünce yapısına karşı bir ilerleme vardı; fakat üniver­sitelerin çoğunda değişen fazla bir şey olmamıştı. «Çöküş» felsefesinin savunucularından filozof Oswald Spengler'i de oldukça etkilemiş olan, Berlin'li tarihçi Eduard Meyer'in defalarca basılan tanınmış «İngiltere» kitabındaki kadar açıkça tarihsel gerçekleri saptırarak emperyalizmi öven başka bir kitaba ben daha rastlamadım. Ama tekrar edeyim: Nasyonalizm ve revanşizm düşüncesi o zamanlar sadece Almanya'ya özgü değildi. Son savaştan (İkinci Dünya Savaşı) sonra ingiltere'ye gidişimde, Cambridge Üniversitesi tarafından bana verilen konuk odasındaki bir dolapta eski ve tanınmış bir hiciv dergisi olan «Punch»ın tüm sayılarını içeren bir kolleksiyon bulup gözden geçirdiğim zaman, şu sonuca vardım: Britan-ya'lıların Almanlar'a karşı besledikleri nefret ve Alman halkının karak­teristik özelliklerim iğneli bir şekilde çarpıtmaları ile savaş süresince Almanlar tarafından genel olarak tüm düşmanlara, ama özellikle «iki yüzlü İngilizlere» karşı yöneltilen ölçüsüz hücumlar arasında özde önemli bir fark yoktu, İngiltere konusuna daha önce de değindim; fakat burada ufak, ama karakteristik bir hatırayı ilave edeyim: 1914'e kadar Almanlar vedalaşırken «Adieu» derlerdi. Savaştan sonra başlayan herşeyi «almanlaştırma» kampanyası çerçevesinde, bu tabir de Fransızca olmayan bir sözcükle değiştirilmek istendi. Bugün yaygın olan «Tschüs!» tabiri daha bulunmamıştı, ve «Aus Wiedersehen» de daha sonraları yayılacaktı. Bu nedenle «Alman selamı» olarak, bir duayı andıran şu istek ciddi bir şe­kilde kullanılmaya başlandı: «Tanrı İngiltere'yi cezalandırsın!». Bu tabir, afiş halinde birçok mağazayı süslüyor ve Ernst Lissauer'in yukarda değindiğimiz «nefret şarkısı» gibi, savaşta esas düşmanın kim olduğunu dile getiriyordu.
İmparatorluğun çöküşünü takip eden ilk aylarda yer yer vuku bulan ve daha sonra da tekerrür eden belirli olaylar bir yana bırakılırsa, 1918/19 devriminin nispeten kansız geçtiği inkâr edilemez. Diğer imtiyazlı züm­reler ile birlikte Kaiser Wilhelm'in siyasi mirasını korumaya çalışan bur­juvazinin en geniş çevrelerinde devam eden, değindiğimiz o tutucu ve gerici düşünüş tarzına rağmen, bilhassa ilk yıllarda, sosyal içerikli yasa­ların çıkarılması, sanat ve ilim dallarında önemli ilerlemeler gerçekleş­tirilebilmiştir. Fakat bu ilerleme esas olarak geçmişe bakıldığında özlem dolu ve pek iyimser bir tabirle bugün «Golden (veya rearing) twenties» diye adlandırılan 1924/29 yılları arasında sınırlı kaldı. Diğer taraftan o devrin önderleri, eleştiricilerin işine geldiğince Bolşevikler, vatansızlar, yahudiler ve yahudi uşakları gibi hakaretlere mâruz kalmıştı. Ve nihayet edebî ilim dallarının çoğunda, hâlâ eski tutucu ve milliyetçi dünya görüşü egemenliğini sürdürmekteydi.
1930 yılı yeni gelişmelerin bir dönüm noktasını oluşturuyordu. Fakat dış manzarası yanıltıcı parlaklıkta olan ve daha önce bahsi geçen hadi­seler, yeni gelişmelerin uyarısı olmalıydı. 1919'dan sonra, özellikle 1922/ 23'lerde vuku bulan ve «Alman hiperenflasyonu» diye kısaca adlandırılan olay o denli dev boyutlarda bir macera idi ki, o devri yaşamamış olan hiçkimse onu gerçekten tasavvur edemez. 1923 Kasım ayı ortalarında bir Amerikan doları nihayet 4,2 trilyon marka erişince, artık paranın katı sınırlamalarla istikrara kavuşturulması kaçınılmaz bir hale gelmişti. Çünkü eski «kağıt mark» giderek, özellikle tarım kesiminde, reddedilmeye başlanmış; yani ödeme aracı olarak kabul edilmez hale gelmişti. Böylece alışverişler, takas gibi ilkel ve zor metodlarla yürütülmeye başlamıştı. Bu enflasyon döneminin sonuna doğru ücret ve maaşlar her iki-üç günde bir, «öğleden önce!» ödeniyordu. Ve fiatlar dolar kuruna göre ayarlan­dığı, bu kur ise öğlenleri saat 12'de belirlendiği için maaşını alan herkes, elindeki parayı biran evvel elinden çıkarmak için önüne geleni satın alı­yordu. Spekülasyon ve her türlü karaborsacılık ortalığı sarmıştı. Tanın­mış Hamburg'lu banker Max Warburg, çok haklı olarak, şimdi «Valuta» dan (Dövizin Almanca olmayan karşılığı) bahseden gençler, yakın zamana kadar bu sözcüğü duysalardı, bunu güzel bir italyan kız ismi sanırlardı diyordu.
Mark'ın istikrarı sağlandıktan sonra, artık önlenmesi mümkün olma­yan büyük buhran patlak verince, bu buhrandan farklı etkilenen sosyal tabakalarda hayal kırıklığı, rahatlama veya çaresizlik gibi çok farklı tepkiler ortaya çıkmaya başladı, ki çaresizlik, özellikle emekliler arasında yaygındı. Burada bu kimseleri «rantiye »diye adlandırmak daha yerinde olacak. Zira bugün emekli derken sadece emeklilik maaşı alanlar anlaşılıyor. Buna karşın 1820/23 büyük enflasyonuna kadar ve özellikle im­paratorluk devrinin ekonomik yönden oldukça durgun geçen banş yılla­rında, «emekli» yerine «rantiye» sözcüğü kullanılır ve bununla, gönüllü olarak biriktirdiği tasarruflarıyla yaşlılığında hakettiği huzura kavuşan­lar kasdedilirdi. Bizim ülkemizde bir Fransız teriminin kullanılması, kuş­kusuz rastlantı değildi. Çünkü, Fransa'da kendi tasarrufu ile geçinen burjuva çevreleri, batı dünyasının tüm rantiyeleri için bir örnek oluştu­ruyorlardı. Büyük enflasyon sonucu bütün bu tür tasarruflar yokolmuş, ve - Luther hükümetinin inatla direnişine karşı - nihayet uygulanan küçük bir revalüasyon, özellikle eskiden çok geniş olan orta tabakanın yaşlı mensupları için sadece «devede kulak» kalmıştı. Bu çevreler sonraları NSDAP'nin (Nasyonal Sosyalist Alman işçi Partisinin) kadrolarını oluşturduğu kaynaklardan birini teşkil etmiştir. Bu olayda, ekonomik anlayıştan yoksunluk ve yoğun bir milliyetçilik demagojisi ile beslenen tarihsel-politik bilgisizlik büyük bir rol oynamıştır. Burada görülemeyen gerçek, bu emsalsiz enflasyonun temellerinin daha savaş sırasında zama­nın muhafazakar hazine sekreteri Kari Helfferich'in uyguladığı enflasyonist bir savaş giderleri finansmanı yoluyla atılmış ve bu politikanın 1923 Ruhr kavgası diye adlandırılan olaylar süresince Hapag şirketinin eski genel müdürü ve zamanın şansölyesi Wilhelm Cuno yönetimi altında uğursuz ve sorumsuzca sürdürülmüş olmasıdır.
Ben burada, sosyal ve iktisat tarihi alanlarında yapılan yeni araş­tırmalar ile yeterince kanıtlanmış ve bilinen, o zamanın büyük sanayi çevreleri ve - özellikle Elbe nehrinin doğusunda kalan - geniş topraklı aristokratlar ile ordu ve aşırı sağcı örgütlerin çabaları arasındaki çıkar ilişkileri üzerinde durmak istemiyorum. Daha ziyade bu ilişkilere işaret etmekle ve şunu da belirtmekle yetineceğim: Benim kanaatimce demok­rasinin ve onunla birlikte Weimer Cumhuriyetinin sonu, 1925'de ilk dev­let başkanı Friedrich Ebert'in ölümünden sonra yapılan seçimlerde Alman halkının çoğunun - az bir oy farkıyla da olsa - Merkez Partisi lideri Wilhelm Marx'ı değilde eski mareşal von Hindenburg'u seçmesiyle başlar. Bu kişinin siyasi ve iktisadi çıkar grupları tarafından tek taraflı, gerici -otoriter ve anayasa hukuku açısından şüpheli bir yöne itildiği Cumhu­riyetin sonlarına doğru daha belirgin bir şekilde ortaya çıkıyordu. Weimar demokrasisinin yıkılışına damga vuran olay, o zamana kadar Hindenburg tarafından «Böhmen çavuşu» diye adlandırılan Hitler'in 30 Ocak 1933 de şansölyeliğe getirilmesi değil, ondan önce 20 Temmuz 1932'de, zamanın şansölyesi Franz von Papen'in Hindenburg'un da rızası ile Prusya devletine yönelttiği darbe ile gerçekleşmiştir. Alman tarihine bir felaket günü olarak geçen o günden itibaren herşey, başdöndürücü bir hızla kötüye doğru yol almıştır. Heinrich Erüning, ihtiyatsızca sürdür­düğü deflasyon politikasıyla, müttefiklerin savaş hasarı onarım tazminatı konusundaki gerçekten ağır taleplerine karşı koymak ister ve onlara Alman halkının daha fazla ödeme kudretinin olmadığını ispat edeceğine inanırken, aralarında çaresizlikle boğuşan sayısız gençlerin de bulunduğu, gittikçe büyüyerek milyonlara varan işsizler ordusu, böyle bir politikanın devamının mümkün olamayacağını gösteriyordu. Özellikle, aşırı sağcı çevrelerin güçleri ve etki olanakları küçümseniyordu. Savaş ve enflasyon sonucu elindekileri yitiren küçük ve orta burjuva tabakalarının acı hayal kırıklığı yanında geniş kitlelerin hedefsiz ama anlaşılır baş kaldırışı Hitler ve onun adamları tarafından giderek daha fazla taraftar kazan­mak için ustaca kullanılıyordu; ta ki en sonunda, hükümet yönetimi bu kurnaz taktikçinin eline düşene kadar.
Suç sorunu, özellikle suçun kişiler ve gruplar arasında paylaştırıl­ması, bugün bile devam etmektedir. Ben burada bu konuda söz etmek istemiyorum. Yalnız kesin olan birşey varsa, o da 1933 yılındaki «ikti­dara el konması» diye adlandırılan, Hitler'in hükümete geliş olayından sonra bile ve hatta Savaşın başlamasına kadar, bu kişiye karşı olan çoğu kimsenin, onun gerçek önemi ve onun kurup yönettiği «hareketin» ger­çek anlamı konusunda yanılmış olmasıdır. Yabancı basını izleyebilmek gibi, diğer Almanların elinde olmayan bir imkâna sahip olduğumuz ve onların çoğunluğuna nisbetle gerçekleri daha iyi görebildiğimiz halde, biz mülteciler de başlangıçta yanıldık ve diktatörün kısa bir zaman sonra iflas edeceğini zannettik. Bilindiği üzere de, devrin yabancı devlet adam­larının çoğunluğu da yanlış bir tutum içersinde idi. Aralarında yalnız Winston Churchill vaktinde, ama bir başarıya ulaşamadan, «appeasement» (göz yumma) politikacının sadece kendi ülkesi için değil, tüm medeni ülkeler için tehlikeler doğuracağını ikaz ediyordu. Diğerleri ise, kendilerini yanıltıcı bir umutla avutuyorlardı: «it can't happen here» («bizde böyle şey olamaz»). Bu sözü 1935 yılında yayınlanan romanına uyarıcı ve alaycı bir başlık olarak koyan tanınmış Amerikalı yazar Sin­clair Lewis ise, tam aksine, Birleşik Devletler gibi bir ülkede bile demok­ratik düzenin gaddar bir diktatörlüğe nasıl dönüşebileceğini göstermeye çalışıyordu.

Hitler kabinesinin, devlet başkanı Hindenburg sayesinde yasalara uygun bir şekilde oluşturulmasından hemen sonra, demokratik temel hak­ları pratikte rafa kaldıran ilk yasalar çıkmaya başladı. Bunlar arasında önceden de değindiğim «Devlet Memuriyetinin Meslek Olarak ifasına Yeniden Dönüş Kanunu» da bulunuyordu, ki bu yasanın esas amacı, kağıt üzerindekine tam zıt olarak, devlet mekanizmasının ve okul ve yüksek öğrenim kurumlarının en kısa zamanda yeni rejime sadık, ona körü kö­rüne itaat edecek parti mensupları ile doldurulmasıydı. İlk ve henüz nispeten kısa olan bugünden yarına işten çıkarılacak profesörler listesinde benim adımdan başka Marburg'lu dostum ve aynı daldan meslektaşım Wilhelm Röpke'nin de adı bulunuyordu.
Benim gibi memuriyet statüsü dışında öğretim görevlisi olarak çalı­şan genç doçentlerin geliri, oldukça az bir aylık ve o zamanlar talebelerin girdikleri her ders için ödedikleri «ders ücretinden» ibaretti, ki bu «ders ücreti», henüz ders verme hakkı olmayan ve bu yüzden de öğrencisi az olanlar için çok «mütevazı» bir miktar tutuyordu. (Benim aylık gelirim toplam olarak brüt 400 mark kadardı.) Bu kadar az bir gelirle geçinmek mecburiyetinde olan bir kişinin, ay sonu gelince birdenbire işsiz ve gelir­siz kalmasının ne demek olduğunu bugün tasavvur etmek çok güçtür. Öte yandan, kısa bir zaman içinde hiç olmazsa biraz eşdeğerli bir çalışma imkanı bulabilme ümidi kesinlikle mevcut değildi. Eski bir doktora öğ­rencisinin - Fritzlar'dan Hildegard Dietrich'in - aracı olduğu tek şansım, bir tuz toptancısı için bir nevi «agent voyageur» (seyyar satıcı) ola­rak çalışmaktı. Böylelikle içimde yurtdışına göç düşüncesi yavaş yavaş. oluşmaya başlıyordu. Aylarca çaresizlik içinde bu düşünceyi «imkânsız» diye reddetmeme rağmen, sonunda göç kaçınılmaz bir zorunluluk olarak ortaya çıktı.
Tehlikeleri gören, ama kendi başlarına şu veya bu nedenle birşey gelmiyeceğini zanneden diğer bazı kişiler, hiç olmazsa belirli bir süre için eski vatanda kaldılar. Üçüncü bir grup ise, daha önce değindiğim gibi, gönüllü olarak ülkeyi terkettiler ve kendilerine en azından temel gerek­sinmelerinimi karşılayacak bir çalışma imkânı aramaya koyuldular. Bütün bu gruplarda yaşın, medeni halin, dil bilgisinin ve de servet reservlerinin olup olmamasının rol oynadığı kendiliğinden anlaşılır.
Bu güvensizlik ortamı, aslında partinin «ideallerini» onaylamayan, hatta açıkça propagandasını hiç yapamıyacak birçok kişiyi dahi nasyo­nal-sosyalizme katılmaya sürüklüyordu. Biraz sonra belirteceğim üzere, her ne kadar yakın arkadaşlarım ile genelde şanslı idiysek de, yine de birçok meslektaşın ve tanıdığın bugünden yarına yüreklerinin derinlik­lerinde kendilerinin bile herhalde inanmadıkları nedenler ileri sürerek «öbür yana geçmelerini» gözlemek, korkutuyordu insanı. Hele hele, - az sayıda olmasına rağmen- hiç ummadığımız bazı kişiler, rejimin değişmeşinin hemen ertesi günü, şimdiye kadar yakalarının arkasında gizle­dikleri parti rozetini açıkça takarak resmen NSDAP üyesi olduklarını gösteriyorlardı. Bunlardan bazıları, sonraki tanımlanmasıyla gerçekten «kuyrukçu» idiler. Diğerleri ise, eski hükümet, çalıştıkları müessese, şu veya bu tarafından haksızlığa uğradıklarının duygusunu yaşıyorlardı, ki bu küskünlük, yeni rejime uyuşun nedeni oluyordu. Ama beni en fazla hayal kırıklığına düşüren şey, Weimar Cumhuriyeti öncesi de her­kes tarafından takdir edilen, çeşitli ödüllerle donatılan ve yüksek maaş alan bazı değerli kafaların, uzun bir «geçiş dönemine bile lüzum gör­meden yeni rejime «iltihak» edebilmeleriydi. Aynı ölçüde ürkütücü bul­duğum bir olay da - şimdiden belirtmek isterim - «Bin Yıllık imparator­luğun» (Hitler Almanya'sının) sonunda geri döndüğüm zaman, Nazi rejiminden kuşku götürmeyecek şekilde çıkar sağlamış olan kaç kişinin beni, yemin billah ederek, baştan beri bu rejimin karşısında olduklarını, nasıl eziyet çektiklerini, bombardımanları yaşamak zorunda kalmayan biz mültecilere nasıl gıpta ettiklerini ve buna benzer bir sürü şeye inan­dırmaya çalışmaları oldu. Bizim de çoğumuzun başından geçen aynı ağır­lıktaki olaylar ve korkunç maceralar; iklim, dil ve geçim sıkıntıları; sınır dışı edilme korkusu, hüviyet ve çalışma izninin yenilenmeme endişesi (burada Türkiye'ye iltica edenlerin dışındakileri kastediyorum) ve başka birçok sorun, hiç söz konusu olmuyordu. Bizlerin başlarından geçenler, sadece eski ve sadık dostlarımız çevresinde ve o da ancak lâf arasında konuşuluyordu.
Benim birçok yönden şansım varmış. Her ne kadar erkenden işimi kaybettiysem de, yeni bir çalışma imkanı bularak yabancı ülkeye göçümü telaşa düşmeden ve fazla güçlükle karşılaşmadan hazırlayıp gerçekleş-tirebildim. Sonradan göç etmek zorunda kalan veya göç etmeyi başaranlar, yollarında, birçok engelle karşılaştılar. Tabii eğer son anda yakala­narak toplanma kamplarına ve gaz fırınlarına tıkılmadılar ise. Bir yönden işim özellikle kolay gitti: Benim gibi diğer (özellikle daha yaşlı) mes-lekdaşlarımın da servetlerini yurtdışına çıkarabilmesini imkânsız hale getiren para transferi sınırlamaları, benim için bir sorun olmadı; zira tüm tasarrufum olan 5000 markı, taşınma ve yol masraflarına sarfettim. Sonradan bu meblağ bana Türkiye'de ödenince, Hitler Almanyası'nı ter-kettiğim andaki tasarrufum tekrar elime geçti ve ellili yılların başlarında ülkeme geri döndüğümde servet ve rezervim, aradan geçen zaman içinde Türkiye'deki yüksek enflasyonun etkisiyle yirmi yıl öncesiyle aynı dü­zeyde idi. Ama bu paranın satın alma gücü tabii ki oldukça azalmış, benim ailevi yüküm ise o derece büyümüştü.
İnsani ilişkilere gelince; Almanya'da geride bıraktığım arkadaşlar ve tanıdıklar tarafından, bir iki istisna dışında, hayal kırıklığına uğramadım.
Yanında doçentlik tezimi yazdığım ve 1952 yılında yani Almanya'yı terketmemden yirmi yıl sonra yerine geçeceğim hocam Wilhelm Gerloff'u özel bir şükranla anmak isterim. Eski ekolden bu dürüst ve liberal insan, bana karşı örnek bir tutumla, neredeyse arkadaşça bir tutumla davrandı, ve ben Almanya'yı terkettikten sonra da kendisiyle, ona zararı dokun­madığı sürece mektuplaştık.
Onun kusursuz ve cesur tutumuna iki örnek: Sanırım 1937 yılında, Atina'da Uluslararası İstatistik Enstitüsü'nün kongresi yapılıyordu. Gerloff ile Frankfurt'tan ayrılığımdan beri ilk kez orada karşılaştığımızda birlikte uzun konuşmalar yaptık. Bir akşam onunla yemeğe gidip gitmek istemediğimi sordu ve diğer yandan da zamanın Konjonktör Araştırma­ları Enstitüsü ve yine Rayh İstatistik Enstitüsü başkanı olan Ernst Wagemann'ın da randevuya geleceğini ekledi. Bu durumda benim katıl­mamamın daha akıllıca bir davranış olacağını ihtiyatlı bir şekilde belirt­tiğimde davette ısrar etti ve hemen arkasından da Wagemann'a benimle birlikte olmak istediğini ve eğer hoşuna gitmeyecekse, kendisine refakat edemiyeceğini bildirdi. Zaten aşırı bir Nazi olmayan Wagemann itirazsız kabul etti, ve böylece onunla ve Yale'den gelen ünlü iktisat teorisyeni Irving Fisher ile birlikte oldukça ilham verici bir akşam geçirdik. Gerloff'un mert tavırlarına ikinci örnek de şu olaydı: Ailevi ilişkileri ve kendi kişi­sel gereksinimleri açısından alçak gönüllü bir kişi olan Gerloff (Bu onun, Taunus eteklerinde Oberursel'de görkemli bir mülkü olmasına engel de­ğildir) yurtdışına çıkmamdan kısa bir süre önce, isviçre'de bulunan küçük bir servetini zaman sınırlaması olmaksızın, faizsiz borç olarak istifademe sundu. Ödünç alacağım parayı ne zaman geri verebileceğimi, hatta hiç ödeyip ödeyemiyeceğimi ikimizin de bilip bilmemesi bir yana, herşeyden önce gizli döviz varlığının ağır cezası olduğu bir dönemde böyle bir davranış büyük takdire lâyıktır. Çok şükür ki, bu teklifi kabul etme­me gerek kalmadı. Bu, aynı zamanda Ren nehrinin öteki kıyısından iki meslektaşımın kendiliklerinden önerdikleri yardım için de söz konusudur. Bu meslektaşlarım ile aramızda yirmili yılların ortasından beri ortak mesleki meraklarımızı aşan bir arkadaşlık bağı vardı: Henry Laufenburger ve François Perroux. İlki o zamanlar Strassburg Üniversitesi'nde «charge de cours» idi, Perroux ise Lyon Üniversitesi’nde çalışıyordu; he­nüz genç yaşta olan bu iki kişinin mali olanakları sınırlıydı. Kendi aralarında anlaşarak her ikisi de, ailemden ikişer kişiyi, ben yeni bir iş bulana kadar yanlarına almayı önerdiler. «Boğaziçi'nde sığınacak bir yer»i kısa zamanda bulduğum için bu iki dostumun teklifini kabul etmeme gerek kalmaması, onların gösterdiği arkadaşlık gösterisinin insancıl de­ğerini azaltamaz.
Bu arada, savaş nedeniyle ortaya çıkan haberleşme zorluklarına rağ­men, otuzlu yılların ortasında, Paris Sorbonne Üniversitesi'ne çağırılan bu iki Fransız dostumla sürekli ilişki içinde kaldığımı belirtmek isterim. 1945'den sonra hem Laufenburger hem de Perroux İstanbul Üniversite­si’nde çeşitli konferanslar verdiler, aynı şekilde ben de onların aracılığı ile Sorbonne'a ve (50'lerde Perroux'un kürsü sahibi olduğu) College de France'a davet edildim. Sonraları Cenevre'ye taşınan Laufenburger bir talihsiz kaza sonucu oldukça genç yaşta öldü. Kendi neslinin en ilgi çekici ve yaratıcı nasyonel çizgi ekonomistlerinden olan Perroux ile olan dost­luğum bugüne kadar sürüyor.
Yüksek okul dışındaki bazı dost ve tanıdıklarımdan bahsetmeye baş­lamadan önce, insancıl açıdan bana daha az yakın olan bazı meslektaşlarımın görevden alınmamdan göç etmeme kadar geçen zaman içersindeki davranışları hakkında bir iki söz etmek istiyorum. Çoğu durumlarda bu davranışlar, iktidarın yeni sahipleri karşısında duyulan kısmen anlaşılır, kısmen abartılmış bir korkunun eseri oluyorlar; bazılarında ise, hiçbir ahlaki sınır tanımayan bir hırs rol oynuyordu. Aşırı örneklere, benimle ve diğer «safkan» olmayan ve kendilerine çok şeyler borçlu oldukları profesörlerle «son güne kadar» yakın ilişki içinde olup da sonra birden­bire en keskin nazi kesilenlere burada değinmek istemiyorum. (Savaş sonrası böyle birisi için bir fakülte benden bilirkişi olarak görüş almak istediğinde «peşin hükümlü» olacağım için reddederek, onları bu konuda bilgisi olan, mülteci olmamış arkadaşlara havale ettim, Bu ilişkide, bazan oldukça cömert davranan sayısız iyi niyetli mülteci meslektaşımın aksine, o sıralarda revaçta olan «temiz kağıdını» vermeye de hiç yanaşmadım.) Fakat yine de, birçok profesörün laçka veya metanetsiz tavırlarının ne­lere mal olabildiğini gösteren bir örnekle ortaya koymak yerinde olur.
Hocam Wilhelm Gerloff 1932 yılında, tüm akademik geleneklere ay­kırı olarak kısa bir süre içinde Frankfurt Üniversitesi rektörlüğüne ikinci defa seçilmişti. Bu seçim, oldukça fırtınalı geçmeye aday olan önümüz­deki öğretim yılında, üniversite yönetiminin başında demokratik düşün­celi ve aynı zamanda kişiliği kuvvetli bir kimseyi görmek isteğinden kay­naklanıyordu. «İktidara el koyuşun» hemen sonrasında, ihtiyar mareşal -cumhurbaşkanı ile onun atamış olduğu genç şansölyenin gelecekteki sıkı iş birliğini sembolize edecek olan meşhur «Potsdam Günü» gelmiş çat­mıştı. Bu vesileyle üniversite salonunda, esas olarak Hindenburg ve Hitler'in büyük Friedrich'in tabutu başında yaptıkları konuşmaların nak­len yayınlanmasından oluşan bir kutlama töreni düzenlendi. Arkasından Gerloff, rektör sıfatıyla kısa bir hitapta bulundu. İçerik olarak, biraz önce Potsdam ruhunu anan sözler duyduğumuzu, fakat bunun yanında bir de Weimar ruhunun var olduğunu ve Johann Wolfgang Göthe adını taşıyan üniversitenin rektörü olarak, bu dakikada onu anımsatmadan geçemiyeceğini belirtti. Kulağı olan duyacağını duymuştu. Gerçekten de aynı günün akşamı akademik senatonun bir delegasyonu Gerloff'un evine gelerek, onu yeni hükümete karşı yönelttiği «Sinsi hakaretlerden» dolayı görevinden çekilmeye çağırdı, ilk başta bunu geri çeviren Gerloff, yapılan baskılara uzun süre karşı koyamadı. Yerine, önceleri de gülünç milliyetçi tavır ve sözleriyle göze çarpmış olan, ama inanmış bir nasyonel-sosyalist olacağını ummadığımız genç tarihçi Walther Platzhoff geti­rildi.
1925 yılından beri üyesi olduğum ve son olarak asistanlık hizmetinde bulunduğum Frankfurt Üniversitesi’ne «Potsdam Günü» onbeş yıl için son kez ayak basıyordum. Yukarda bahsedilen kutlama törenine katıl­mama engel çıkarılmadı, hatta aksine katılmamamı düşmanca bir tavır olarak değerlendirebilirlerdi. Ve o gün NS-Öğrenci Birliğinin kara tah­tadaki bir ilanını derin üzüntü içinde okudum. Bu yazıda, diğer bazı şey­lerin yanında, bundan böyle yahudi profesörlerin yayınlarının «İbraniceden çeviri» olarak nitelendirilmesi isteniyordu. (Bana tamamiyle yabancı bir dil). Yaşamları boyu Almanca'yı ana dilleri olarak görmüş ve sevmiş insanlara bu şekilde çamur atılması, artık benim için sadece dış görü­nüşüyle «Johann Wolfgang Göthe Üniversitesi» adını taşımaya devam eden bu kuruluşta çalışmamın imkansızlaştığını ortaya koyuyordu. Bugün olduğu gibi o zaman da, aşırı genellemelerden kaçınmak gerekiyorsa da, somut olarak üniversite mensuplarının ne kadar farklı tutumlara girdik­lerini şu iki örnek gösterebilir:
O sıralarda Frankfurt'ta bir medeni hukukçu vardı. Kendisi koyu tu­tucu görüşlere sahip olmasına rağmen yeni rejime karşı eleştirici bir tavır almayan diğer birçok «Milliyetçi-görüşlüler» gibi kör bir «Yaşasın vatan­perverlik! »e kapılıp gidenlerden değildi. Hans Otto de Boor adlı bu mes-lekdaşımla bazen mesleki, bazen de toplumsal vesilelerle bir araya geli­yorduk; fakat hiçbir zaman daha yakın kişisel ilişkilerimiz olmamıştı. Gazetelerden, işten atıldığımı öğrenir öğrenmez, hemen ziyaretime gelerek üzüntümü paylaştığını ve bana yapılanları haksızlık olarak kabul ettiğini söyledi. Aslında soğuk bir kişi idi; fakat bana o zamanlar söylediği sıcak sözleri sevinç ve şükranla karşılamıştım.
Ve şimdi, onun karşıtı olan protestan öğrenci papazına gelelim: Bu oldukça genç din adamını, yönetici yardımcılığını üstlenmiş olduğum «Öğrenci Yardımlaşma Kurumu»nda (başkan son derece dinamik ve ken­dine özgü tavırları olan genç tarihçi Kurt Rheindorf idi) uzun süren ortak fahri çalışmalarımızdan tanıyordum. Bunun ötesinde, çocuklarımı da vaftiz etmişti. Kendisine çok değer verdiğim bir kişi idi. Fakat, işten çıkarıldığımdan beri bir kez olsun evimize gelmemişti. Buna karşılık onu sonraları, Thomas Mann'ın, Breeht'in, Feucht Wanger'in vb. Römerberg meydanında, Goethe'nin «Hakikat ve Şiir» adlı eserinden tanıdığımız ada­let sembolü olan çeşmenin önünde yakılan kitaplarının yüklendiği öküz arabasına refakat edenlerin başını çekerken görecektim. Adını ettiğim bu papazın «Binyıl»[2] sona erdikten sonra eski hristiyanlığına geri döndü­ğünü söylemem herhalde gereksiz, ki bu dini dalgalanma, çöküşün ardın­dan, anlaşılabilir nedenlerle çok kimseyi etkisi altına almış, ama para reformundan sonra hızı kesilmişti.
Bu ilişkide özellikle vurgulamak istediğim bir husus da, nazi sempa­tizanı öğrencilerin kaba kuvvete dayalı birçok eylemlerine tanık olmama rağmen, şahsen benîm, hayret verici olsa da, bunlara hedef olmadığımdır. Parti ve hükümet tarafından yayılan yalanların, yarı doğruların, roman­tik düşüncelerin, vahşetin ve şekilsel bir saygının artıklarının nasıl tuhaf bir bileşim yaratarak insanların kafalarını korkunç bir şekilde allak bul­lak ettiklerini gösterebilme amacıyla, eski bir öğrencimin yurtdışına iltica etmemden kısa bir süre önce bana yazdığı mektuptan aşağıdaki alıntıyı aktaracağım. Bu mektup, sayıları hiçte az olmayan aşırı sağcı öğrenci­lerin bana karşı olan tutumları için oldukça anlamlıdır:

«Dr. E. Nauck Betzdorfsieg 4.4.33

Çok sayın Bay Profesör!
Yaklaşık 400 Nazi rüşvet-hükümetlerinin bilgisi ve isteği da­hilinde öldürüldü ve 3000 den fazlası dövülerek ve kurşunla­narak sakat bırakıldılar... Bize işkence edenlerin bir teki bile şimdiye kadar -milliyetçi devrimin 65'inci gününde- işkence görmedi, tekerleğe bağlanmadı, dört parçaya ayrılmadı. Görü­yor musunuz bizim insancıllığımız işte budur. Milliyetçi devrimi insancıllığın devrimi olarak nitelendiremez miyiz?
Bugün, bolşeviklerin yüzlerce ve binlerce suçsuz insanı zehir­lemeye kalkmasından sonra, hâlâ onların iyi niyetli kişiler ol­duklarına inanıyor musunuz? Benim için her bolşevizm taraf­tarı en kısa zamanda doğranması gereken bir hayvan parça­sıdır. Bu görüşü insancıl bir kişi olarak savunuyorum... Dolan­dırıcı Otto Braun ve Dr. Klepper'e, orospu tekesi Grzesinski'ye, rüşvet yiyen dönek Weisman'a ne buyuruyorsunuz?... Evet, insan mevki ve servet için ölmez, insan yalnız düşünceleri için ölür... Sorularıma... yanıt verecek misiniz? Çok sayın bay Profesör, herzaman olduğu gibi hiç eksilmeyecek saygılarımı sunarım.

Müteşekkir öğrenciniz
(İmza) Nauck


«Üniversite Dışı» dost ve tanıdıklarımdan hiçbiri, insancıllık açısın­dan beni hayal kırıklığına uğratmadı. Bunlardan bir kısmı benim arkam­dan Türkiye'ye değilse bile, yurtdışına göç ettiler; bir kısmı da, daha çok gönülsüz olarak, Almanya'da kaldılar. Burada yalnız birkaçından söz edeceğim.

Bunlar arasında ilk önce, «Safkan olmayan» bir kadınla evli olmanın cezasını çeken ve boşanma yoluyla onların «suyunda gitmeyi» ve böyle­likle mesleki yükselme imkanını satın almayı reddedenler geliyordu. Ör­nek olarak, çok yetenekli bir mimar olan ve karısı Beate'nin peşinden Amerika Birleşik Devletleri'ne giden, ama savaştan sonra memleketi Frankfurt'a dönerek uzun yıllar üniversite inşaatı dairesini yöneten Ferdinand Kramer'i sayabilirim, ikinci dereceden bir kuzenim ile evli olan, onunla ve çocuklarıyla beraber «Dritte Reich»da ağır haksızlıklara uğ­rayan Erich Zachau da bu gruba dahil edilebilir. «Dritte Reich'ın yıkı­lışından sonra» Alman Eyaletler Bankası ve onun devamı olan Deutsche Bundesbank'ın yönetim kurulu üyeliği yapan Zachau, ölümüne kadar (1978) en iyi ve sadık dostlarımdan biri olarak kaldı.
Otto Klepper'in yönetimi altındaki Prusya Kasası'nda daha genç yaşta, önemli bir mevki elde eden Herbert Lauffer de eski iyi dostla­rımdan biri idi, Lauffer ve hanımı benim için, maddi kayıplar ve ağır ruhi baskılar pahasına, büyük ödünler vermeksizin ve partiye girmeden Nazi devrinin hayatta kalarak atlatılabileceğinin ispatı olmuşlardır. Prus­ya devletindeki görevinden azledildikten sonra uzun yıllar kötü koşullar altında yaşayan Lauffer, 1945'den sonra ilk önce Aşağı Saksonya, sonra da Hessen hükümetlerinde - en son Troeger'in yanında maliye bakanlığı müsteşarı çalıştı ve uzun yıllar henüz adı kötüye çıkmamış olan - Hes­sen Eyalet Bankasının («Helaba») yönetiminde bulundu. Altmışlı yılların başında, bankanın düşüncesizce genişletilmesine yönelik hükümet baskı­sına boyun eğmek yerine, gönüllü olarak başkanlık görevinden ayrılması Lauffer'in dürüst kişiliğine tipik bir örnektir. Sonradan olayların gelişimi, onu tamamiyle haklı çıkardı ve onun bir devlet bankasının görevleri hak­kında takındığı, tabiri caizse tutucu tavrın yerinde olduğu ortaya çıktı. «Helaba Skandalını» aydınlığa çıkarmak için oluşturulan parlamento soruşturma komisyonunda Lauffer'e değinilmemesi, hatta onun dinlen­memiş olması, bu utanç verici skandalın kavrayamadığım yönlerinden birisidir.
1950'den sonra tekrar karşılaştığım, fakat ne yazık ki erkenden ha­yatını yitiren Frankfurt'lu dostlarım arasında Eugen Claasen ve Gerhard Bersu bulunuyorlardı. Arkadaşlığımızın başlangıcında (yirmili yılların sonuna doğru) «Frankfurter Zeitung» adlı gazete ile sıkı bağları olan Frankfurt Societâtsverlag'ı (yayınevi) yöneten Claasen, kendine ait bir yayınevi sayesinde (İlk önceleri Henry Goverts ile birlikte) Nazi'lere hiç sırnaşmadan «Dritte Reich» dönemini atlatmayı başardı. Margaret Mitchell'in tanınmış romanı «Rüzgar Gibi Geçti»nin Almanca baskısının getirdiği sürekli destek bunu maddi açıdan kolaylaştırdı. Onun ölümünden sonra yayınevini uzun yıllar çalıştıran karısı Hilde ile dostluğumuz, bugün bile devam ediyor. Claasen rastladığım en hararetli, şakacı ve en kültürlü insanlardan biriydi; ne kadar örnek alınacak bir yayımcı olduğu da, karısının şükrana değer olarak 1970'de yayınladığı ve yazarları ile olan mektuplaşmalarını içeren «Kitaplarla Düşünmek» adlı geniş kapsamlı ciltten anlaşılmaktadır.

Bersu, uluslararası tanınmış bir arkeolog idi; buna rağmen ve bazı küçük şahsiyetleri kızdıran o ince alaycılığı bir yana, alçak gönüllü, ol­dukça nükteli ve lütufkâr bir insandı. 1931'den itibaren ve tekrar 1950'den sonra Frankfurt'taki Roman-Cermen Komisyonunun 1. başkanlığını yaptı. Aradaki sürede, sanat tarihçisi olan ve dostluk ilişkileri ile hâlâ birbiri­mize bağlı olduğumuz karısı Maria ile birlikte, beş yıl İngiltere devletinin güvencesi altında yaşadılar. Böylece, ancak iki yıl Isle of Man'de ve üç yıl Dublin'de bilimsel çalışmalar yapabildi ve ölümüne kadar, özellikle İrlanda'da, insancıl ve bilimsel açıdan büyük takdir ve saygı gördü.
Hitlerciliğin tüm baştan çıkarmalarına karşı koyabilen sayısız öğ­rencilerimden burada yalnız ikisinin adını vereceğim. Bunlardan biri, o zamanki asistanım Ludwig Jung idi. Bana 1930'da onu tavsiye eden Carlo Mierendorf ve Theo Haubach gibi Hessen'li dürüst sosyal-demokratların oluşturduğu çevreden geliyordu. Bunlardan bir çok kişi, 20 Temmuz 1944 de Hitler'e karşı yapılan ve başarısız kalan suikasta katıldılar. Jung ile son ana kadar mektup aracılığı ile ilişki içinde idik; hatta bir kez sırf benimle görüşmek için Prag'a geldi ve savaştan hemen sonra yeniden ilişkiye girdik. Bir süre çift-bölge (bizone) idaresinde bakanlık müşaviri olarak çalışan, fakat bürokrasi anlayışına ısınamadığı için özel sektöre geçen bu dostum, erken bir ölümle aramızdan ayrıldı. Darmstadt'lı dostlar çevresinden biri de, Jung gibi eski bir öğrencim ve aynı onun gibi dürüst, güvenilir ve eski toprak sosyal-demokratlardan olan ve «Dritte Reich»ın tüm baştan çıkarma uğraşları karşısında bile namuslu kalabilen Gustav Feick idi. Savaş ertesinde, Darmstadt kentinin mali idaresinde çalışan Feick ile olan ilk görüşmemizde, bana o sıralarda geçerli yasalara göre caiz olmayan bazı işler yaptığını (konu ev yapımı teşviki idi) açıkça söy­ledi. Buna rağmen vicdanının rahat olduğunu, zira savaş sonrası dönemde en önemli sosyal ve politik görevlerinden birinin, konut sorununun acilen çözülmesi olduğuna - kesinlikle haklı olarak - inandığını belirtti.
Dost çevremi anlatırken şu hususa da değinmeden geçemiyeceğim: 1927 ile 1933 yılları arasında oturduğum ve projesi ilerici şehir inşaat amiri Ernst May tarafından modern anlayışlara göre yapılan ve halk dilinde «zik-zak» evler olarak anılan Frankfurt-Niederrad'daki o küçük yerleşim merkezinde, tesadüfen veya isteyerek çok sayıda entellektüelin biraraya gelmiş olmasıydı. Bu kişilerin çoğu sonradan tanınmış şahsiyet­ler oldular ve büyük bir kısmı yurtdışına kaçmak zorunda kaldı. Bunla­rın arasında, daha önce değindiğim ve Türkiye'ye iltica hareketini baş­latan patolog Phillip Schwartz'ın yanında, dünyaca ünlü Budapeşte Yaylı Sazlar Dörtlüsü’nün çellisti Michael («Mişa» Schneider de bulunuyordu. O günkü Sosyal Araştırmalar Enstitüsünde çalışmakta olan, zeki ve kızıl saçlı Saksonyan karısını ümitsiz bir hastalık sonucu ABD'de kaybeden bu Litvanyalı genç, çok sevimli ve müziğe büyük bir ciddiyetle bağlı bir kişi idi. Mişa Schneider'i savaştan uzun bir süre sonra Washington'da «Library of Congress» de dörtlüsü ile birlikte verdiği bir konser vesile­siyle bir kez daha gördüm ve konuştum. «Arî olmayan» Schneider gibi yine Niederrad çevresinden gelen çok yetenekli sinolog Karl-August Wittvogel de Birleşik Devletlere kaçtı. Tabii başka nedenlerden dolayı. O zamanlar oldukça iyi tanınmış, çizgiye sadık bir komünistti. Bu ger­çeğin Amerika'da akademik kariyerine engel teşkil etmemiş olması her­halde şöyle açıklanabilir: Bir taraftan orada «Yoldaşlara» uzun zaman kötü gözle bakılmaması, diğer taraftan ise, eğer edindiğim bilgi doğruysa, Wittvogel'in Mc Carthy'ci cadı avı zamanında bazı eski parti arkadaş­larından uzaklaşmış olmasıydı. Herhalde bu, kendisinin daha o zamanlar eski Sovyet sempatizanı çizgisinden ayrılmaya başlamasıyla bağlantılıydı. Niederrad'da komşumuz olan Hans Mühlestein'ın da dışarıya kaçmasına politik nedenler yol açtı: Doğuştan İsviçreli olan Mühlestein için kaç­maya karar vermek kolay oldu, zira bu onun için, bir anlamda yuvaya dönüş demekti. Meslekten kültür tarihçisi ve etrüskolog olan ve çok cazi­beli, siyah saçlı bir Romançlı kadınla evli bulunan Mühlestein, olağanüstü bir hayal gücüne sahipti. Bu güç, kendisinin E. Th. A. Hoffmann'ın hi­kayelerini andıran ve uyandıktan sonra kısa notlar alarak sonradan arkadaşlarına anlatma alışkanlığı edindiği rüyalarından anlaşılıyordu. Reich'ın yıkılışından sonra o zamanki «Doğu Bölgesi»ne[3] yerleşti ve orada bir kürsü sahibi oldu. Kendisiyle 1933'den bu yana hiçbir irtibatım olmadı.
Dostlar ve tanıdıklardan sonra, 1933 öncesi tanıdığım ve tutumla­rıyla veya anılarıyla kısmen beni şaşırtan bazı politikacılara değinmek istiyorum.
Prusya maliye bakanı Otto Klepper'in darbenin hemen arkasından ülkeyi terketmesi - daha doğrusu terketmek zorunda kalması - tabii ki hiçbir şekilde şaşırtıcı değildir. Onu, Prusya Merkez Kooperatifi Kasası başkanı olduğu yirmili yıllardan tanırdım. Kendine özgü krizması saye­sinde, daha o zamanlar, çok sayıda zeki ve ilerici gencin (kadın ve erkek) etrafına toplanmasını becermişti. Bazı yönleriyle kararsız bir kişiliğe sahip olduğu aşikar olan Otto Klepper'i burada anmanın bir nedeni de, inanılır kaynaklardan bana sözlü olarak iletilen şu olaydır: Papen'in biraz evvel değinmiş olduğum devlet darbesinden kısa bir süre önce, Prusya Devlet Bakanlığının 20 Temmuz 1932 tarihli önemli oturumunda Klepper, Reich Cumhurbaşkanı Hindenburg'un anayasa gereği olan yü­kümlülüklerini ihlal ettiği nedeniyle tutuklanması ve Prusya polisinin harekete geçirilmesi yönünde hararetle çaba sarfetmişti. Elbette, sosya­lizmin hem de tek başına saltanatına götüren böyle bir gelişmenin bu şekilde bir karşı çıkışla ve kanlı bir iç savaşa gerek kalmadan önlenip önlenemeyeceği tartışılır. Prusya hükümetinin ve en başta Başbakan Otto Braun ve İç İşleri Bakanı Cari Severing'in (emrinde bulunan) polis kuv­vetlerinin büyük kısmının desteğinden emin oldukları halde hiçbir dire­nişe kalkışmamış olmalarını ve Papen'in yardakçıları tarafından yasalara aykırı olarak görevden alınmalarına kigisel olsa dahi karşı çıkmamalarını bugün bile - hatıralarını okumuş olmama rağmen - kavrayamıyorum. Aynı durum, başarısızlıkla sonuçlanan 20 Temmuz 1944 suikast ve darbe girişiminden sonra, aktif generallerin, ellerindeki silahları kendilerini tevkif edenlere karşı kullanmadan öldürülmelerine müsaade etmeleri veya intihar etmeleri için de geçerlidir.
Klepper, «Dritte Reich»ın yıkılışından hemen sonra vatana dönmeden önce, çok güç koşullar altında, akla gelebilecek küçük ve egzotik ne kadar ülke varsa oralarda danışmanlık yaparak hayatını kazanmıştı. Ona Frank­furt'ta «1947 ekonomi-politik durum» adlı derneği kurduğu yerde, yeni­den rastladığımda edindiğim izlenim, iltica süresince çok acı çekmiş ve eski enerjisiyle tekrar politikaya atılamayacak kadar yıpranmış olduğu idi. Nitekim Adenauer devrinde de önemli bir rolü olmadı. Oldukça erken ölümü, eski iş arkadaşlarının küçük bir bölümü tarafından içten bir ke­derle karşılandı. Onun temel inançlarından biri, «Acı Gerçek» (Stuttgart 1952, S. 11) adlı küçük yapıtında yer aldığı üzere «Savaş değil, aksine barış insanların yaratıcılığını çok daha fazla geliştiriyor» seklinde idi.
Klepper'in halefi, daha «Dritte Reich» öncesinde bir bakıma Johannes Popitz idi. Reich Maliye Bakanlığında önde gelenlerden olan bu kişinin yanında, 1923’den 1925'e kadar, «bilimsel yardımcı işçi» olarak çalışmış ve pratik ve aynı zamanda pragmatik ve dolayısıyla başarılı mali poli­tikanın ne demek olduğunu öğrenmiştim. Bu harikulade ilgi çekici kişi daha genç yaşında imparatorluk döneminde sade bir vatandaş için alı­şılmamış bir hızla kariyer yapmıştı. Önce bakanlık müsteşarı, sonra da adı geçen bakanlıkta bakan yardımcısı olarak büyük etkinliği vardı, ki bu 1929'da aralarında büyük politik farklılıklar olmasına rağmen sosyal -demokrat bakan Hilferding ile birlikte görevinden çekilene kadar sürdü. Onun, Papen'in 1932'deki devlet darbesinden sonraki «Dritte Reich»de tüm eyaletlerin «birleştirilmelerine» rağmen tek özerk bakanlık olarak bırakılan maliye bakanlığı ilk önceleri vekâleten üstlenmesi ve sonra Hitler'in emrinde acı sona kadar yönetmesi benim bir türlü anlayama­dığım bir nokta oldu. Tabii kendi sonu «Dritte Reich »inkinden önce geldi. Biraz da Berlinli iktisatçı Jens Jessen ile olan arkadaşlığı sonucu 20 Tem­muz 1944 olaylarına adı karıştı ve 1945 başlarında hunharca idam edildi. Popitz'in Nazi değil de, eski toprak bir muhafazakâr olduğuna yıllarca süren kişisel tanışıklığımıza dayanarak (Reich maliye bakanlığından ay­rılışımdan sonra da sürekli ilişki içinde kaldık) şahitlik edebilirim. Fakat Reich başkentinde politik mekanizmayı o kadar uzun süre yakından ve etkin mevkiden gözetlemiş olmasına rağmen, daha 1932 yazında bile NSDAP'nin[4] ve özellikle Hitler'in Almanya için ne demek olduğunu an­layamamıştı. O da o zamanlar, birçok tutucu kişi gibi, şu inançtaydı, «Ulusal güçlerin» biraraya gelmesiyle savaş tazminatı borçları uluslar­arası garantili bir kredi ile karşılanabilirdi ve bu da ancak tutucu, belki biraz gerici, fakat herhalukârda hukuk devleti temellerine dayalı bir hü­kümet eliyle ve Weimar anayasasının belirli maddelerinin değiştirilme­siyle mümkündü. Politik durumu bu şekilde bir yanlış değerlendirmesini hayatı ile ödeyen Popitz daha savaş esnasında Göring'i rüşvet yoluyla (Maliye bakanı olarak kendi emri altında bulunan Prusya müzelerinden değerli tabloları hediye vererek) katlanabilir bir barış anlaşması için «akılcı» eylemlere yöneltmeye çalışmıştı. Ayrıca, Popitz'in birçok olayda tanıdığı ve takdir ettiği iş arkadaşlarını koruduğunu ve onların iltica etmelerine yardım ettiğini belirtmek isterim. Bunlar arasında, arkadaşı ve benim eski amirim olan, maliye bakanlığında özellikle savaş tazminatı ve çift vergilendirme sorunlarıyla uğraştıktan sonra genel müdür olarak vergi dairesinin başkanlığını üstlenen ve Weimar Cumhuriyetinin sona ermesinden kısa bir süre önce Reich Sayıştayı başkanlığına getirilen Herfcert Dorn'u gösterebilirim.
Benim zamanımda Reich maliye bakanlığında diğer bir genel müdür de, bütçe dairesini yöneten ve sonra Papen, Schleicher ve Hitler'in emri altında Reich maliye bakanı olan Lutz Graf Schwerin von Krosigk idi. Eskiden beri koyu «Milliyetçi» görüşlü bir kişi teorik olarak, birçok diğer Doğu Elbe'li tutucu gibi Kreisau grubuna dahil olabilirdi. Ancak bir Helmuth James von Moltke'deki ahlâki heyecan onda maalesef yoktu. (H. J. von Moltke bu grubun ahlaki-fikirsel açıdan başını çeken kişi idi.) Hitler'e muhalif olduğu halde bakan olarak kalan Schwerin-Krosigk, politik açıdan önemli bir mevkide oturup da, politika ile hiçbir ilişkisi yokmuş gibi davrananların şaşırtıcı bir örneğidir. Onu a-politik, aynı zamanda çalışkan ve hatta bazı yeni ekonomik kuramlara açık bir bütçe uzmanı olarak tanımıştım; ama Hitler'in peşinde giden bir kişi olabileceği hiç aklıma gelmemişti. Krosigk ile ilgili bu değerlendirmeyi anlayabilmek için onun savaştan sonra yazdığı çeşitli kitaplarını, bu arada «Devletin İflası» adlı yapıtını okumak gereklidir. Burada insanı düşündüren husus, yazarın 1932/1945 döneminin maliye bakanı olarak Reich'in politik ve ekonomik iflasında hiç de suçsuz olmadığıdır. Kişi olarak namuslu birisi olan Schwerin-Krosigk'de korkutucu ölçüde eksik olan şey -diğer bir­çoklarında da olduğu gibi -, özellikle Almanya'da ender rastlanan, medeni cesaret fazileti idi. O, «Dritte Reich»ın hata ve cürumlarını zamanında farkettiği halde - aynen Reich Adalet Bakanı Gürtner gibi - Hitler hükü­metindeki görevinden ayrılma gücünü kendisinde bulamamıştı. Aslında böyle bir adım atmış olsaydı, kendisinin de itiraf ettiği gibi, kişisel ve mâli bir sıkıntıya düşmeyecek bir durumda idi.
Hitler'in intihar etme­sinden sonra Schwerin-Krosigk Dönitz zamanında da birkaç hafta ba­kanlık yaptı. Dönitz, Hitler'in vasiyetinde sadece Reich cumhurbaşkanı olarak - yani aynı zamanda başbakan değil - öngörüldüğü için, Schvrerin -Krosigk'e kendi ifadesiyle «yönetici bakan» rolü düşmüştü. Gerçekte ise, son Reich şansölyesi olarak hiçbir önemi kalmamıştı.










GELDiĞiMiZ ÜLKE: İLK 1ZLENİMLER
Geldiğimiz ülkeyi çoğumuz hemen hemen hiç tanımıyorduk. Aramız­daki tek istisna, değinildiği gibi, kimyager Fritz Arndt idi. Bildiğimiz tek şey, sultanlığın ve halifeliğin kaldırıldığı ve Osmanlı İmparatorluğu'nun katıldığı ve yenilgiye uğradığı sayısız savaştan sonra Kemal Paşa (Atatürk) önderliğindeki Bağımsızlık Savaşı ile bir cumhuriyete dönüş­türüldüğü idi.
Cenova'dan bir gemiyle gelip sisli bir sonbahar sabahında İstanbul'­un o eşsiz güzelliğini ilk kez gördüğümde, aramızdan çoğunun bu şehirde on ve hatta yirmi yıl geçireceğini hiç düşünmemiştim. Çünkü, vatanda kalan ve Nazi olmayan birçok kişi gibi ben de, ilk Hitler kabinesinde güçlü muhafazakâr çevrelerin de yer aldığını göz önünde bulundurarak, Hitlerciliğin en kötü ihtimalle iki veya üç yıl sürecek bir kâbus olduğunu sanıyordum. Bu yanlış değerlendirmemiz, 1934 Rohm darbesiyle daha da pekişti. Ancak zamanla, durumu daha gerçekçi değerlendirmeye başladık ve içimizden çoğu, «Bin yıllık imparatorluğun» (Hitler Almanyası'nın) bin yıl olmasa bile, on veya daha fazla yıl sürebileceği kanısına vardı.
Toprağına 1933 Ekim ortasında ayak bastığımız Türkiye Cumhuri­yeti, daha henüz on yaşını doldurmuştu. Böylece, Türkiye'ye gelişimizden bir-iki hafta sonra, 1933 Ekim'inin sonunda, Cumhuriyet'in kuruluşunun onuncu yıldönümü nedeniyle her yerde, fakat özellikle Ankara ve İstan­bul'da yapılan görkemli kutlamaların bazılarına katılma imkânı bulduk. Tüm yabancı profesörler, o zamanın dış işleri bakanı Dr. Tevfik Rüştü Aras tarafından hükümetin, savaş komiseri mareşal Kliment Woroschi-low yönetimindeki Rus delegasyonu şerefine Dolmabahçe sarayında ver­diği bir resmikabûle davet edilmişlerdi. Dolmabahçe sarayı dış görünü­müyle «süslü bir pastayı» andırır ise de, bu durum kanımca meşhur Milano katedrali için de geçerlidir, Türk sarayının iç döşemesi öylesine görkemli ve Boğaza bakış açısı o denli harikuladedir ki, aslında bir şark düşler sarayının prototipi olarak kabul edilebilir. Ve hakiki altın tabak ve sofra takımlarıyla donatılmış zengin bir büfeden Türk yemekleri ik­ram edildiğinde, bu izlenim elbette daha da pekişmektedir.
Henüz bir frak sahibi olmayanlar için bu davetin zorunlu sonucu, ilkin bir terziye gitmek oldu. O zamanlar terzilik mesleğinde söz sahibi olan Yunanlılardan biri, elbiseyi gerçekten üç gün içerisinde teslim etti. Böylece üstümde bir frakla, çiçek ve bayrak şekillerinde Türk ve Rus amblemleriyle müsrifçe süslenmiş olan büyük balo salonuna biraz da çekinerek girdim. Türk yarım ayının yanında Rus orak ve çekicini gördüğümüz, Türk milli marşından sonra Nazi Almanya'sında o denli aşa­ğılanan «Enternasyonal»! duyduğumuz ve hemen ardından balonun res­men mareşal Woroschilow ile bayan Aras ve Türk dışişleri bakanı ile bayan Woroschüow'un danslarıyla açıldığına tanık olduğumuzda, Nazi Almanyası'ndan henüz yeni ayrılmış olan biz Alman'ların ne durumda olduğu kolayca düşünülebilir. Bu ilişkide, o zamanlar Atatürk'ün, Batı'ya yaklaşma çabalarının yanısıra, ülkesiyle Rusya arasındaki eski düşman­lığı aşmak ve aynı zamanda eskiden beri Türkler ile Yunanlılar arasında süregelen zıtlaşmayı ve nefrete varan hisleri yüzbinlere varan Türk ve Yunan halk kesimlerinin karşılıklı olarak barışçı bir değiş-tokuşu ile or­tadan kaldırmak istediği de göz önünde bulundurulmalıdır.

Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Atatürk'ün olağanüstü becerikli ve başarılı bir politikacı olması, onun daha önce seçkin bir general olduğu da düşünülürse, bir Alman için özellikle hayret vericidir. Çünkü, bizde olduğu gibi birçok Avrupa ve Güney Amerika ülkesinde ve hattâ Eisenhower örneğinde Amerika Birleşik Devletleri’nde olduğu gibi, başarılı generallerin (Mac-Mahon veya Hindenburg gibi yenilgiye uğramış olan­lardan söz etmeye gerek yok) kendilerini akıllı ve geniş görüşlü politi­kacılar olarak kanıtlamaları, pek fazla memnuniyet verici olmayan ku­ralın istisna durumlarıdır.
Atatürk en baştan beri, ülkesinin kendi ideallerine göre yeni bir yapıya kavuşmasının yalnızca radikal reformlarla olabileceği kanısınday­dı. Atatürk, örneğin bu bağlamda, biz Türkiye'ye gelmeden kısa bir süre önce, o zamana değin değerli olan arap harflerinin yerini lâtin harf­lerinin alması için kişisel uğraş vermiş; köy ve şehirlerde halka yeni harflerle yazmanın ne denli kolay olduğunu anlatmaya çalışmıştı.
Atatürk aynı zamanda bir dilbilgisi ustasıydı da. Onu bir general olarak, belki yalnızca, bir yandan Helmuth von Moltke (Moltke'nin 1835 -1839 yılları arasında Türkiye'de yazdığı «Türkiye'den Mektuplar» adlı anıları eskiden birçok Alman ders kitabında yer almaktaydı) ve diğer yandan üç ciltlik «Memoires de Guerre» (1954 v.d.) yazan de Gaulle ile karşılaştırmak mümkündür. Atatürk, yirmili yıllara ve hattâ bizim ça­lışmalarımızın başlangıcına kadar hakim olan Türk dilini kökten yenile­mek üzere çaba harcamıştır. Onun tarafından ortaya sürülen ve Türk dilinin kaynak ve özelliklerinin Arap dillerinden değişikliğini açıklamaya çalışan güneş dil teorisini burada bir yana bırakıyorum. Atatürk'ün giri­şimi sayesinde bugüne kadar süren, ancak son zamanlarda kanımca çok fazla abartılan, Türkçeyi yenileme hareketine işaret etmek bu ilişkide yeterlidir. Bu girişim ile ortaya konulan amaç, Türkçe konuşma ve yazı dilini sürekli olarak Arap ve Farsça yabancı kelimelerden arındır­maktı. Böylece, köy halkının şehirdeki yurttaşlarıyla anlaşmasını kolay­laştırmak ve resmi belgeleri ve kanunları anlamasını sağlamaktı. Söz konusu lisan reformuna başka bir ilişkide tekrar döneceğiz. Burada Cum­huriyetin kurucusunun yenileme çabalarına başka örnekler olarak, fes giyme yasağı ile soyadı seçme ve sokakların adlandırılmasına değinelim. Fes, kırmızı keçeden yapılan bir kafa giysisi olup, kaldırılmasından on yıllar sonra bile bazı Avrupalı ve Amerikalı karikatürcüler tarafından Türkleri tanımlamak üzere kullanılmıştır. Yeni yürürlüğe giren soyadı seçme ve sokak adlandırılması, yabancılar için de önemli bir kolaylık sağlamaktaydı. Çünkü, o zamana kadar binlerce Osman, Hasan ve Hayrilerin içinden hangisinin söz konusu olduğunu bulmak, baba, dede ve amcalara ilişkin uzun ve karmaşık soruşturmalarla mümkündü. Aynı şekilde, sokak adlandırması da posta işlemlerini şüphesiz büyük ölçüde kolaylaştırmıştır. Fakat, Atatürk'ün en önemli ve en geniş boyutlu re­formları şüphesiz bir yanda İslâm dini ve imamların statüsü; öbür yanda ise, ekonomik politikayla ilgiliydi. Bu konular üzerinde daha sonra ay­rıntılı olarak durulacaktır. Burada daha önce, Türkiye'de kısa süreli bir kalışta bile göze batan, Türk halkının bazı karakteristik özelliklerinden söz etmek istiyorum.
Türkiye'de kaldığımız süre uzadıkça, bu ülke halkının bizlerden ne denli daha fazla psikolojik duyarlılık sahibi olduğunu farkettik. Bu gözlemimi, yabancı ülkelerde misafirperverliğin Türklerin en genel ve tek özelliği olduğu öne sürüldüğü için dile getiriyorum. Fakat, Türk halkının özellikleri, en başta Almanlara karşı gösterilen geleneksel misafirper­verlikle bitmemektedir. Gerçekte Türk'lerin düşünüş ve davranış şekil­leri, Akdeniz ülkelerinin halkları bir yana bırakılırsa, Batı Avrupalı'larınkinden ve Kuzey Amerikah'larınkinden birçok yönüyle farklıdır.
Tek kelimeyle söylemek gerekirse, Türk'ler daha insancıl, tabii, sıcak ve kibar olup, kendileri de bu farkların bilincindedirler. Almanya'ya geri döndüğümde Türk işçileriyle yaptığım konuşmalarda, onlara Federal Almanya'da nelerden hoşlandıklarını ve nelerden hoşlanmadıklarını sor­duğum zaman, «Alman'ların son derece çalışkan, fakat soğuk oldukları» şeklindeki yanıtları aslında meselenin temelini oluşturmaktadır. Kuran'ın meşhur sözü «Acele işe şeytan karışır» bugün de tüm halk kesimlerince benimsenmiş durumdadır. Sohbet ve iş arkadaşlarının gerekçelerini an­lama çabaları, komşu veya yoldan geçenlerle tartışırken, onların kişisel, hatta gelir veya mal-mülk durumları hakkında mümkün olduğu kadar fazla bilgi edinme veya yalnızca tahminde bulunma zevki de bunlar ara­sında yer alır.
İstanbul'da geçirdiğim ilk bir kaç aydan sonra ve dilin bazı belli başlı temel öğelerini öğrendiğimde, Almanların niçin çoğu kez, Fransız'­lar tarafından Birinci Dünya Savaşı sırasında «boches» küfürü ile aşırı bir şekilde genelleştirilerek tanımlandıklarını anladım. Gerçekten de, Tür­kiye'ye iltica eden bizlerin çoğu, en azından ilk sıralarda, «boches»ler gibi, yâni gönül kırıcı bir şekilde kaba ve burnu büyük davranışlarda bulunuyordu. Çalışma hırsımız nedeniyle bize karşı gösterilen takdir, insancıl hayranlıkla eşdeğer değildi. Ancak yavaş yavaş bir «boche» gibi kaba davranmamayı öğrendik. Unutamadığım ilk izlenimlerden biri, se­nelerdir İstanbul'da yaşayan genç bir Alman'ın beni, bir kayıkçıya olan borcumu «Hesap tamam, işte parası» diyerek hemen ödememem yolunda ikaz etmesi olmuştur. Bu genç Alman bana, ilk önce hiç olmazsa bir kaç dakika hava üzerine konuşmanı ve söz konusu kişinin anne, baba, kan ve çocuklarının hâl ve hatırını sormanı ve ancak bundan esas meseleye gelmem gerektiğini öğretmişti. Benim gibi yaradılış açısından epey sa­bırsız olan bir kişiye, bu dolambaçlı yola alışmak çok zor geldi. Fakat zamanla ben de, sıkıntılı durumlarda Türk'lerin güvenini ve yardımse­verliklerini kazanmak için bunun kaçınılmaz olduğunu kavradım.
Sabır, diğer başka konularda da Türklerin karakteristik ve çoğu kez yarar sağlayan bir özelliği olup, kendisini dış politika ve pazarlık etme tavırlarında da göstermektedir. Avrupalı ve Amerikalı insanlar arasında da, iyi sinirlere sahip oldukları veya sabırsızlıklarını gizlemeyi başardık­ları için becerikli müzakereciler olduğu gerçeği yadsınılamaz ise de, yap­tığım bir çok gözlemler sonucunda, Türk'lerin sinirli huzursuzluklara kapılmayan veya kapılsalar bile, bunları gerektiği gibi kullanmasını bilen çok daha iyi ve hattâ ustaca diplomatlar ve seçkin psikologlar olduğu kanısına vardım.
Türk müzakerecilerinin dış politika alanındaki yetenekerine gelecek olursak, burada ilkin İsmet İnönü'nün 1923 Lozan Konferansında Türk barış delegasyonunun başkanı olarak elde ettiği başarılara değinmek ge­rekir. Eğer İsmet İnönü 1918 yenilgisinden sonra ülkeyi büyük ölçüde bölen 1920 Sevr barış anlaşmasının en önemli noktalarını değiştirmeyi ve devletin onurunu korumayı başardıysa, bunun nedeni sinirlerine hakim oluğu, kendisine özgü sağırlığı marifetle kullanması (bu özelliğini daha sonra yapılan başka görüşmelerde de kullanmıştır) ve böylece gittikçe sabırsızlaşan müzakere karşıtlarından, esasında vermemeye kesin kararlı oldukları ödünleri koparmasıdır, İkinci Dünya Savaşı sırasında da Tür­kiye buna benzer bir başarıyla hareket etmiş ve görüşmelerde bulun­muştur.

Türk'lerin sabırla bekleyebilme yeteneği, ticari alanda da olumlu yönlerini göstermiştir. Ekonomik alandaki çeşitli değişiklikler aradan geçen süre içerisinde bazı yenilikleri beraberinde getirdiyse de, bizim zamanımızda Almanya, Avusturya veya İsviçre'den gelen bizlere tümüyle yabancı olan ve hemen hemen tüm perakende satışlarda geçerli olan pazarlık hüküm sürmekteydi. Ülkeye yeni gelenler, hemen kısa bir süre sonra Türk dostları veya uzun zamandır ülkede yaşayan yabancılar ta­rafından, dükkânlarda başta söylenen ve belki de etiket üserinde yazılı olan fiyatı önemli ölçüde aşağı düşürmenin kaçınılmaz olduğu üzerine aydınlatılıyordu. Ancak, özellikle acemiler için «doğru fiyatın» ne oldu­ğunu tahmin etmek, ne ölçüde pazarlık yapılabileceğini veya yapılması gerektiğini kestirmek oldukça zordu. Türkçede «pazarlık» kelimesiyle tanımlanan bu olgu, iki tarafın da zevk ve eğlence duyduğu bir oyun olup, zaman geçirme olarak elbette, henüz zamana ekonomik değer biçil­meyen bir ülkede geçerli olabilir. O zamanlar, üzerinde «fiyatlarımız maktudur» yazılı bir levha bile fazla önemsenmemekteydi. İşin zor yanı, yüzde on, yirmi ve hattâ otuz pazarlık indiriminin doğru fiyatı saptayıp, saptamadığını kestirmekti.
Aşağıdaki örnek, pazarlık olgusunu açıklamada yararlı olacaktır: Senelerden sonra ilk kez, savaştan kısa bir süre sonra bir Amerikan sa­vaş gemisi İstanbul limanına gelmişti. Amerikalı konukların karşılanış hazırlıkları arasında, yalnızca, onların sıhhatini korumak için verilmiş olan ve şehir merkezindeki birçok semtin bomboş kalması sonucunu ge­tiren, genelev kadınları hakkındaki dışarıya çıkma yasağı yer almamış, bundan başka tüm dükkân sahipleri de dürüst davranmaları ve Amerikalı konukları güç durumda bırakmamaları için ikaz edilmişlerdi. Fakat pa­zarlık etmeye doğuştan gelen yatkınlık ve ABD'nin ve ordusunun dolarla ortaya koyduğu dev ekonomik gücün prestiji o denli büyüktü ki, hemen hemen hiç bir dükkân sahibi resmi uyarıya kulak asmadı.
Söz konusu günlerden birinde bir doğum günü hediyesi satın almak üzere Kapalıçarşı’ya gitmiştim. Kapalıçarşı’da Türk, Ermeni, Yahudi ve Yunanlı esnafın sahibi olduğu yüzlerce orta ve küçük dükkân vardır. Kapalıçarşı eskiden beri dış görünüşüyle binbir gece masallarını andıran romantik bir havası olduğundan yabancılar için son derece çekicidir. Eskiden harem kadınlarının yaptığı çok güzel işlemelerle süslü el bezle­rinden satın almak için uzun zamandan beri tanıdığım bir esnafın yanına vardığımda, onu iki Amerikalı denizciyle telâşlı bir konuşma sürdürürken gördüm. Bana eski bir alış veriş dostu olarak öncelik tanımak isteyen tanıdığıma, daha önce Amerikalılarla işini bitirmesini işaret ederken, şunu farkettim: Denizciler de işlemeli elbezlerine ilgi gösterip, bunların fiyatını sordular. Tanıdık esnaf, kendilerine üzerinde 50 TL. yazılı olan fiyat etiketini gösterirken, aynı zamanda tüm Amerikalıların Türklerin dostu olduğunu ve kendisinin de bunun için 30 lirayla yetineceğini söy­ledi. Şaşıran ve sevinen denizciler, hemen parayı ödeyip uzaklaşırlarken sıra bana gelmişti. Bana eski bir dost ve bundan da öte ülke dilini ve geleneklerini bilen bir kişi olarak sunulan ilk teklif 10 TL. oldu. Pazar­lıkla 10 Liradan 2 lira daha düşürmesini başardım. Görüldüğü gibi, fiyat yelpazesi son derece genişti.
Aradan geçen zaman içerisinde «kesin fiyat» kendisini genel olarak kabul ettirdiyse de, pazarlığın halâ mümkün ve geçerli olduğu alanlar da vardır. Taksi saatlerinin varlığına rağmen ilk bakışta şaşırtıcı olmakla birlikte, taksi fiyatları bunların arasında yer alır. Tarife cetvelleri yal­nızca Taksim meydanının yakınındaki büyük otellerden birinden İstan­bul'un en işlek ve tanınmış on semti için geçerlidir. Bu durum bir yana bırakılırsa, taksi saatleri hemen hemen hiç işlemediği için, ya bilgili dost­ların tecrübelerine başvurmak, ya da şoförler tarafından sömürülmek söz konusudur. Bundan kısa bir süre önce İstanbul'u ziyaret ettiğimde, yeni Avrupai stilde yapılan ve maalesef genellikle son derece çirkin olan beton binalara gururla bakan bir şoför bana İstanbul'un çok değişip, değişmediğini sorduğunda, kendisine gerçeğe uygun olarak şu yanıtı ver­dim: «Şüphesiz çok değişiklik var İstanbul'da, fakat bir şey aynı kalmış: Taksi saatleri. Benim burada yaşadığım otuz, kırk yıl öncesi gibi halâ çalışmıyor.» Bu yanıt taksi şoförü tarafından kızgın bir şekilde değil, bilâkis anlayışlı ve içten bir gülümsemeyle karşılandı.
Bu ilişkide Türklerin «keyif» olarak adlandırdığı, Güney Avrupa­lılar için değil ama, Kuzey ve Batı Avrupalılar ile Kuzey Amerikalılar için geçerli olmayan bir yeteneği dile getirmezsem, psikoloji, sabır ve pazarlık etme üzerine olan görüşlerim eksik kalmış olur. Moltke çevirisi zor olan bu kelimeyi Almanca'da zevk çıkarmak olarak tanımlamıştır. Ben ise, «boş zamanı tadmak» tanımlamasını daha uygun buluyorum. Kısmen İtalyan'ların «dölce far niente»si ile karşılaştırılabilecek olan bu zevk alma yeteneği, orta ve üst sınıflar için geçerli olup, erkeklerde ka­dınlardan daha çok rastlanır. Keyif yapan erkekleri sayısız küçük kah­velerde, ağaçların gölgesinde saatlerce oturarak, ilkin bir yudum kahve içip arkasından nargileden bir nefes çekerken, genellikle susup çok na­diren yanındakilerle bir kaç kelime konuşurken ve güneşi ve tabiatı sey­rederken görmek mümkündür. (Moltke, «hiçbirşey düşünmeden» tanım­lamasını kullanmıştır). Bu şekilde tabiat ve sessizlikten tad alınırken bugün bu huzur duygusu radyodan gelen -müzikle giderek daha fazla bozulmaktadır. Bunun yanısıra eskiden, eski şark evlerinde çoğu kez görülen süslemeler, oyulmuş tavanları bir divan üzerinde saatlerce rüya görür gibi seyrederek istirahat etmek de mümkündü. Bu metod, bir Ame­rikalıya psiko-analisti tarafından «to relax» terimi altında tavsiye edi­lenden daha az etkili olmayıp, daha da çok ucuzdur. Fakat bu konuya ilişkin olarak da ekonomik-toplumsal reformlar ve modern teknik, her-şeyden evvel günümüzün iç mimarisi, eski Türk «meziyetlerini» giderek sınırlamıştır.
Sultanlığın son yıllarındaki ulusal çöküş zamanında bile, fakat belki de özellikle bu nedenle Türk halkının özellikleri bağımsızlık tutkusu, bariz bir ulusal onur, askeri yetenek ve sivil özellik olarak da büyük bir hırs ve buna ilişkin olarak kıskançlık süregelmiştir. Bu son özellikler, bugün yurt dışında çalışan işçiler arasında da kolayca gözlenebilir, islâm dinine mensup olmayan birisi için, çokkarılılık olgusu içinde kadının erkeği kıs­kanmasının çok nadiren rahatsız edici bir faktör olması kolayca anlaşılır değildir. Bu ilişkide şuna işaret edelim:
Daha henüz yirmili yıllarda Alman Ticaret ve İtalyan Ceza Hukuku bir bütün olarak Türkiye tarafından benimsenmişti. Bunlardan daha önemlisi, İsviçre «code civil»inin eski islâm şeriat hukukunun yerine geç­mesi olup, böylece o zamana kadar hüküm süren çokkarılılık yasa dışı sayılmıştı. Fakat gerçekte, tekkarılılık özellikle köylerde, ancak yavaş yavaş ve adım adım yürürlüğe girmekteydi. Bunun sonucu ise, her yıl dünyaya gelen onbinlerce çocuk ve bu çocukların imam nikâhı sonucu dünyaya geldikleri için, anneleri değişik de olsa, hepsinin meşru olduğunu düşünen babalar oluyordu. Parlamento ise, bu çocukların miras hakla­rını korumak için bir kaç yılda bir, bu çocukları meşrulaştıran yasalar çıkarıyordu. Hükümet 1940 yıllarında çokkarılılığın yaygınlığını ve ge­rekçelerini saptamak üzere bir anket düzenledi. Çokkarılılığın temel ne­deni, düşünülebileceği gibi, köylünün böylece kendisinden kaçma fırsatı da olmayan ucuz iş gücüne sahip olmasıydı. Yerel savcılıklar tarafından hazırlanan anket raporlarını okurken beni hayrete düşüren ve tüm coğ­rafi bölgeler için geçerli olan gerçeklerden biri, bir erkekle karılarının beraber yaşamasının şu veya bu ölçüde sürtüşmesiz olduğu idi. Yâni, yukarıda değinildiği gibi, kıskançlık önemli bir rol oynamamakta, tüm taraflarca kabul edilen bir iş- görev- ve zevk bölüşümü söz konusu olmaktaydı. Bu bağlamda bir adamın üçüncü karısının şu sözlerini anım­sıyorum: «içimizden biri kocamız (!) için tarlada çalışıyor, ikincisi ye­mek yapıp, çamaşır yıkıyor ve üçüncüsü, yani ben ise küçük çocuklara bakıyorum.»
Ancak yavaş yavaş tanımayı ve değerlendirmeyi öğrendiğimiz başka bir kurum ise evlatlıktı. Evlatlık kelimesi Almancaya çok zor çevrilebilmekte olup, «evlat edinme» kavramı konuyu tam anlamıyla ifade ede­mez. Evlatlık'tan köy halkının en fakir tabakalarının, kız çocuklarından birini zengin bir şehir ailesine miktarı fazla olmayan bir seferlik bir para karşılığında vermesi ve tüm anne baba haklarından feragat etmesi an­laşılır. Evlatlık edinen ana baba buna karşılık, bir hizmetçi kızın görev­lerini sürdürmekle yükümlü olan çocuğun tüm ihtiyaçlarını karşılayarak, evlenmesi halinde uygun bir çeyiz temin ederler. Tek tek ele alınacak olunursa, bu durum aileden aileye önemli ölçüde değişmektedir. Evlat edinen Türk meslektaşların çoğunda hemen hemen bir ana, baba - çocuk ilişkisi söz konusu olup, örneğin eğer yeteneği varsa, çocuk bir orta öğ­renim görmekte ve yemeklerde kendisine bir aile üyesi olarak davranıl-maktaydı. Fakat, bizim ev sahiplerimizden birinde olduğu gibi, başka durumlarda ise, evlatlık çocuklara bir köleden fazla farklı bir şekilde davranılmamaktaydı. Anlaşıldığı gibi evlatlık ilişkisi yalnızca kız çocuk­lar için geçerlidir. En azından ben simdiye değin hiçbir evlatlık erkek çocuk görmedim. Bu gerçek bana, kadın ve erkeklerin dolayısıyla kız ve erkek çocukların farklı değerlendirilmeleri hakkında birkaç söz söylemek fırsatı vermektedir.
Atatürk tarafından başlatılan çeşitli reformlar sayesinde belirli bir değişimin küçük başlangıçları söz konusu olsa da, bizim zamanımızda kadınların genellikle sosyal açıdan küçümsendiğini gözlemekteydik. De-ğerlendirebildiğim kadarıyla bugün de, en azından küçük şehirlerde ve köylerde, kadın ile erkeklerin eşit haklara sahip olmasından söz edilemez. Bu durum dış görünüşte bile, çarşaf yasağına rağmen kadınların toplum içinde çarşaf giyerek dolaşmalarında ve aşağı konumlarının bir belirtisi olarak erkeğin bir kaç adım arkasında yürümelerinde kendini gösterir. Yalnızca küçük burjuva ailelerde olmamak üzere, kadının işten eve gelen kocasını terlikleri ve bir bardak rakıyla karşılaması bugün için de ge­çerlidir. On yıllar öncesi başlatılmış olan «kültür devrimi» göz önüne alınmaksızın, kadınlar otuzlu ve kırklı yıllarda bile erkek konukların yanında yemek masasına oturamazdı; ayakta durarak konukların ve aile reisinin tabak ve bardaklarının dolu olmasına dikkat etmeliydi.
Ancak tüm bu söylenenlerden sonra, Türk kadınının, özellikle anne olarak konumu göz önüne alındığında, şimdi veya eskiden aile yaşantısı üzerine hiç bir etkisinin olmadığını düşünmek yanlış olur. Böylesi bir etki, özellikle çocukların annelerinin istek ve planlamalarına uygun olarak evlendirilmelerinde gözlenebilirdi. Nitekim, çocuklar anneye karşı saygı­larını hiçbir zaman elden bırakmıyorlardı. Buna küçük bir örnek verelim: O zamanlar yaklaşık 40 yaşında olan ve Merkez Bankasının İstanbul Şubesi'nin müdür yardımcılığı görevini yürüten Türk dostlarımızdan biri, kendisi ve kız kardeşiyle şehrin Avrupa yakasında bulunan bir lokalde bir akşam geçirdiğimizde, gece yarısına doğru telaşlanmış ve son vapuru kaçırsak bile, bir motorlu kayıkla oturduğumuz semt olan Kadıköy'e rahatça gidebilecek durumda olduğumuz halde yola koyulmamız için ısrar etmişti. Bu telaşın nedeni, bu tanıdığımızın, ailevi hüküm sembolü olan anahtarı kendisine vermek istemeyen ve bunun için de kapıyı açmak zorunda olan dul annesini fazla bekletmek istememesiydi.
Aradan geçen zaman içerisinde, o tarihlerde henüz başlangıç safha­sını yaşayan kadın hakları hareketi önemli ölçüde güçlendi. 1950 yılla­rında Türkiye'den ayrılırken tanıdık çevrenin içinde karısı meslek sahibi olan doçent veya asistan sayısı çok az iken, 1973 yılında Cumhuriyet'in kuruluşunun 50. yıldönümü dolayısıyla Türkiye'ye geldiğimde çeşitli da­vetler sırasında, bizde olduğu gibi öğretim üyelerinin karılarının çoğunun çalıştığını ve bundan da öte, bir çok kadının adli makamlarda, doktor, profesör ve - eskiden de olduğu gibi - öğretmen olarak yüksek mevkilerde görev aldığını gördüm. Bu konuyla ilgili olarak iki görüş daha belirtmek istiyorum. Bunlardan birincisi, Türkiye'deki kadınların belki de iklimsel nedenlerden dolayı daha çabuk olgunlaştıkları için evlenme yaşlarının Batı Avrupa ülkelerine kıyasla daha küçük olduğu; ikincisi ise Avrupa ve Amerika'da geçerli olan ilk evlilik süresinin kısalması eğiliminin Tür­kiye'yi de kapsadığı ve böylece orta ve üst tabakalardaki boşanma rakamlarının yüzyılın ortalarına oranla küçümsenmeyecek ölçüde büyüdüğü­dür.
Burada Alman-Türk evlilikleri üzerine bir kaç söz söylememe izin verin. Bu konuda elbette genelde geçerli bir hüküm verilemez. Gözlem­lerime göre, her açıdan olağanüstü mutlu olan bazı birleşmeler vardı, fakat bunların çoğu nisbî olarak kısa bir süre sonra bozuldu. Görülen odur ki, bu tür birleşmeler çağımızın evliliklerini belirleyen genel zorluk­lardan da öte, kadının toplumdaki yeri, Türk aile yaşantısının özellikleri ve başta dinsel olmak üzere başkaca geleneklerle de ilgili zorluklarla karşı karşıyadırlar. Kısaca söylemek gerekirse, kanımca, Türkler'le müs-lüman olmayan yabancılar arasındaki evlilik birleşmelerinin bozulma ihtimali, özellikle eğer kadın Türk değilse, oldukça büyüktür.
Bir Avrupalı için olduğu gibi, modern bir Türk şehirlisi için de ina­nılmaz olan davranış ve fikir yapılarına örnek olarak, o zamanlar bir amatör yaylı sazlar kuartetinde benimle beraber çalan ve ismi Şerif olan bir savcının bana aktardığı şu olaya değineyim: İnsanların, tabiatın ku­ruluğu nedeniyle belirli bir melankoliye itildiği Doğu Anadolu bölgele­rinde, bir başkasının söz veya davranışıyla şerefinin yıprandığını hisse-den bir erkeğin, hakaret eden kişinin kapısına kendisini geceleyin asarak öç alması çok az rastlanan bir olay değildir. Bunu yapan kişi, bu aşırı davranışın karşı tarafı son derece korkutacağı, ona belki pişmanlık duy­duracağı ve onun köy halkının önünde değer ve itibarını yitireceği var­sayımına dayanır.






ALMAN DÎLÎ KONUŞAN MÜLTECİLER KİMLERDİ?
Bilinçli olarak Alman değil de Alman dili konuşan mültecilerden söz ediyorum. Çünkü daha önce değindiğim gibi, Almanların yanında Avus­turyalılar ve eski Avusturya-Macaristan kraliyet monarşisine dahil olan ve Almanca konuşan diğer halk gruplarına mensup kişiler de sözü edilen zaman süresi içinde Türkiye'de çalışmakta idiler. Milliyet sorunundan bağımsız olarak, daha ziyade bilim adamları (genellikle profesörler) ile sanatçılar ve diğer mülteciler arasında ayırım yapmak gerekiyor sanı­rım.
Bilim Adamları
İlk olarak anlaşılır nedenlerle, benim gibi İktisat Fakültesi’ne veya Hukuk Fakültesine mensup olan meslektaşlarımdan bahsetmek istiyorum. (Hukuk Fakültesi başlangıçta, eskiden birçok Alman ve Fransız üniver­sitelerinde de olduğu gibi, öğrencileri hukuk eğitiminin yanında - bugüne nazaran daha dar bir çerçeve içinde olsa da - ekonomi eğitimine de tâbi tutuyordu.)
İlk yıllarda en yakın arkadaşlarımın arasında Wilhelm Röpke, Alex-ander Rüstow, Gerhard Kessler ve Alfred Isaac bulunuyordu.
Röpke ile olan arkadaşlığımız, beraberce yaptığımız ilticanın daha öncesine dayanıyordu. Bu dostluk Röpke'nin Almanya'nın ilk ordinaryüs profesörlerinden biri olarak ders verdiği Marburg kenti ile benim 1927-31 yılları arasında doçent ve 1932-33 arasında «memur olmayan ordinaryüs profesör» olarak ders verdiğim Frankfurt Üniversitesinin birbirine yakın olması nedeniyle daha da güçlüydü. O zamanlar 34 yaşında olmasına rağmen Röpke, Türkiye'ye iltica eden Alman dili konuşan iktisatçılar arasında şüphesiz en tanınmışı idi. Röpke, Nazilerin ideal figür olarak tahayyül ettikleri genç Siegfried tipine o kadar çok benziyordu ki, bazı­ları böyle bir insanın rejimin «suyunda gitmeme»sini zor kavrıyabili-yorlardı. Röpke'nin, Hitler iktidara geldikten sonra, şimdi de bu dikta­töre ve onun öğretisine hiçbir taviz vermemeye kararlı olduğu gerçeğini gözardı ediyorlardı. O, klâsik liberallerden biriydi ve ayrıca, «üçüncü Rayh» hayaletinin kısa veya uzun bir süre sonra yok olacağından ve kendisinin, Röpke'nin, Almanya'da ve Almanya için tekrar önemli görev­ler yerine getirileceğinden emindi.
1934 Rohm darbesi sırasında iyice meydana çıkan bu iyimserlik bile, zamanın uzamasıyla onun hayal kırıklığına uğramasını önleyemedi. Ay­rıca Röpke, orta vadeli bir zaman için de olsa Türkiye'ye tam olarak yerleşmeyi hiçbir zaman amaçlamamıştı.

Orada zaten iklim koşulları yüzünden rahatsızlık duyuyordu, ama yine de hem Türk hem de Alman meslektaşları tarafından saygı ve dost­luk dolu muamele görüyordu. Bana, aramızda geçen pek çok konuşma yoluyla, bazı bilimsel sorunları kavramada olsun, makale ve kitaplarıma uygun başlık bulmak gibi konularda olsun, yardımı geçmiştir. Olağanüstü bilgili olan ve bunun yanında göz kamaştırıcı, hatıra kolay yerleşen bir stilde yazı yazabilen Röpke'nin, bir seferinde kendisinin benzettiği gibi, biraz gazetecilik kokan «manşetlerle düşünebilme» yeteneği vardı. 1933 öncesinde, Marburg ile Frankfurt arası sadece 100 km. kadar olduğun­dan, hemen hemen komşuluk ilişkileri içinde iken, talih İstanbul'da ara­mızı yalnızca bir ev ile ayırmıştı. Tam olarak söylersek: Şehrin Asya tarafındaki, o zamanlar kendine has bir çekiciliği olan, Marmara denizi ile kentin Avrupa'daki kısımlarının büyüleyici manzarası seyredilebilen ve henüz bir köy görünümünde olan Kadıköy'de oturuyorduk. (Rüstow, Isaac ve sonraları Dobretsberger de, dört mülteci iktisat Profesörü'nün üçü daima aynı sokakta oturuyorlardı. Bu da onların kişisel ve bilimsel ilişkilerinin kolaylaşmasını sağlıyordu.)
Röpke'nin zarif fıkralarla lâtife yapmada üstün bir yeteneği vardı. Benim de şahit olduğum bir olayı anlatışının gerçeğe tam uymadığı şek­lindeki eleştirime, hiç unutamadığım cevabı şu olmuştu: «Yanlış cereyan eden bir olayı doğru anlatmak gerekir». Röpke, başlıca İsviçre, İngiltere ve ABD olmak üzere bir çok ülkeyle uluslararası ilişkiler sürdürüyordu. Ve nihayet 1937'de İstanbul'dan Cenevre'ye gidebildiğinde çok mesuttu. Orta Avrupa iklimi ve yaşam stiline duyduğu özlem içinde, arasıra ona özgü bir biçimde benim yanımda İstanbul'un «sürekli mavi göğüne» küfrederdi. ktisatçılar içinde en tanınmışı olduğundan ekonomi öğrenim planının hazırlanmasında baş rolü oynamak ona düşüyordu. Bizim tara­fımızdan kurulan İktisat Enstitüsü'nün ilk başkanı da o olmuştu. Bu enstitü daha sonra özellikle Türk meslektaşımız Ömer Celâl Sarç'ın da uğraşlanyla özerk bir iktisat fakültesine dönüştürüldü.
Röpke, Türkiye'de bulunduğu süre içinde diğer bazı çalışmalarının yanında, büyük üçlü eserinin temel tasarılarını da kaleme aldı: Bunun birinci bölümü «Günümüz Toplumsal Krizi» 1942'de, «Civitas Humana» 1944'de ve «Uluslararası Düzen» 1945'de İsviçre'de yayınlandı. Bunları kısa bir süre sonra «Ölçü ve Orta» (1950) ve «Arz ve Talebin Ötesi» (1958) izlediler. Tüm bu kitaplar, bütün dünyada ve Nazi iktidarının yıkılmasından sonra özellikle Almanya'da geniş bir okur çevresi buldu. Çok zaman geçmeden, iktisat teorisi ve herşeyden evvel iktisadi politika açısından tuttuğumuz yollar ayrıldı. O, Keynes'in «General Theory»sinin (1936) yayınlanmasından sonra bile - belki de yayınlanmasına rağmen demem gerekir- neo-klasik görüşlerinden vazgeçmedi ve ölümüne kadar «Fiscal Policy»nin modern konsepsiyonunu politik sivri bir dille «devlet sosyalizmi» olarak yorumlayan koyu bir liberal olarak kaldı. Röpke ya­şamının sonlarına doğru maalesef eski liberal ideallerinden büyük ölçüde uzaklaştı ve kültürel-insanî bakış açılarına dayandırdığı oldukça tutucu ilkeleri, bir toplumu ayakta tutabilmenin esasları olarak görmeye baş­ladı. Aramızda oluşmaya başlayan fikirsel ayrılıklara rağmen, kişisel arka­daşlık ilişkilerimiz kesilmedi ve teşekkür mektuplarımızda içeriklerine fazla değinmesek de, yayınlarımızı birbirimize göndermeye devam ettik. Röpke, bilimsel çalışmalarında karısı Eva'dan büyük destek görüyordu. Son yıllarda karısı, kocasının mektuplarının - ne yazık ki sadece bir kıs­mını- yayınlamış ve ayrıca bir Marburg Üniversitesi'ne yazdığı makale ile, Alman asıllı büyük bir liberal iktisatçının belleklerde yer etmesine büyük katkılarda bulunmuştur.
Alexander Rüstow'a gelince; onu 1933 öncesinde az tanıyordum, fa­kat onun kendisini çok yönlü yetiştirmiş ve kelimenin tam anlamıyla libe­ral bir kişi olduğunu biliyordum. Önceleri Almanya Ekonomi Bakanlığı'nda yasa uzmanı olarak - ilk Alman kartel yasası için hazırladığı taslak çalışmaları ile iktisat politikası alanında takdir görmüştü - ve sonraları Alman Makina Tesisleri Birliği'nde yürüttüğü çalışmalarının yanında, Berlin Yüksek Ticaret Okulu'nda doçentlik yapıyordu. Rüstow, Röpke'ye oranla - ondan çok daha uzun süre İstanbul'da kalmasına rağmen - Tür­kiye'ye hiç ısınamadı. Türkçe diline karşı duyduğu ilgi de azdı. Ancak, öğrencileri ve en başta Türk meslektaşları Alexander Rüstow'da büyük ve müstesna bir kişilik gördüklerini sık sık dile getirmişlerdir. Gerçekten de o, tanıdığım en gösterişli, hükmedici kişilerden biri idi.
Rüstow, imzaladığı anlaşmadaki yükümlülüklerine uygun olarak, temsil ettiği branşlarla ilgili ders kitaplarını yazmak için samimi bir uğ­raş verdi, ve bunun yanında kaleme aldığı kültürel-sosyolojik makaleler Türkçe diline çevrildi, istanbul'da bir çeşit «fildişi kulesi» yaşamı sür­dürmesine rağmen, 1933'den 1949'a kadar kaldığı bu ülkeye son derece müteşekkirdi. Nedeni açık: Oradaki yaşam ona savaşın bitiminden kısa bir süre sonra İsviçre'de yayınladığı üç ciltlik «Günümüzün Yeri» adlı büyük eserini yazabilmek için gerekli maddi araçları ve boş zamanı sağ­lamıştı. Bu anıtsal eser, sırf metin olarak değil, aynı zamanda ayrıntılı dip notlarıyla Rüstow'un bilgisinin şaşılacak genişliği ve tasvirde tam doğruluk için verdiği uğraşıyı; ekonomik-politik analizleri ise keskin bir gözle izlenişi, anlaşılırlığı ve sık sık hayali bir gücün varlığını gözler önüne seriyor. Bu başarıyı takdir etmek için, ulaştığı sonuçları tüm ayrıntıla­rıyla benimsemek gerekmemektedir. Ben, «Günümüzün Yeri»ni ilticada bulunan sosyal bilimciler tarafından yazılan en değerli Almanca eserler­den biri olarak görüyorum. Bu iddia, kanımca herşeyden önce ikinci cilt­teki kritik bölümler için geçerlidir.
Rüstow, yaşamının son iki onyılında daha çok bir sosyolog ile kültür bilimcisinin karışımı bir nitelik taşıyordu; yine de ona takılacak her etiket, ancak kısmen isabetli olacaktır. Her ne kadar o, kendi öneminin bilincinde ve yaptığı teşhis ve tahminlerin doğruluğundan tamamen emin idiyse de, «kendini beğenmişlikten» çok uzaktı; tam aksine, büyük bir alçakgönüllülük ve ayrıca sıcaklık ve insani iyilik sahibi idi. «Günümüzün Yeri» kitabının bana gönderdiği üçüncü cildinde bulunan ithafla öğünç duyuyorum: «İstanbul yıllarının mülteci meslektaşım ve yorulmaz uya­rıcı Fritz Neumark'a dostça teşekkürlerimle.» Aslında hümanist bir iyim­serliğin hakim olduğu Rüstow'un bu büyük eserinin, son zamanlarda dikkatleri çeken Oswald Spengler'in «Avrupa uygarlığının çöküşü» fantazilerini yeniden canlandırma çabalarına karşı kendini daha «sağlıklı» olduğu için daha güçlü olarak, ispat edeceğini ümit ediyorum.
Gerhard Kessler'e ilk defa Jena Üniversitesi'nde yaptığım öğrenimin birinci yarı ders yılında (1919) râstlamıştım. Kendisi o sırada Dünya Savaşından yurda daha yeni dönmüştü. Çok canlı olan ders veriş stiliyle çok sayıda öğrenciyi derslerine çekiyordu ve onlarla seminerlerin ve uy­gulamaların dışında, bilimsel olduğu kadar insani açıdan da yoğun bir şekilde ilgileniyordu. Böylece, başkalarına olduğu kadar bana da unutul­maz bir örnek olmuştur. Ben, onun teşvik etmesi ile iktisat bölümünü seçmiştim. Yoksa, esasen Alman dili ve edebiyatı, özellikle edebiyat bili­mi okumayı düşünüyordum, ki bu eğilimi hâlâ içimde barındırırım. Ama bir tesadüf eseridir ki, benim tâ lisede ilgimi çeken bu dalın Jena'lı tem­silcilerinin çoğu bilimsel seviyesi yüksek de olsa son derece sıkıcı dersler vermekte idiler. Bu kuralın tek istisnasını edebiyat tarihçisi Albert Leitzmann ile özellikle genç germanist Hans Naumann oluşturuyorlardı. Genellikle ekspresyonist olmak üzere, modern Alman edebiyatı okutan Naumann beni hayal kırıklığına uğratarak, Nazi döneminde çağrıldığı önce Frankfurt, daha sonra da Bonn Üniversiteleri’nde rejimin suyunda giden görüşleri aynı heyecanla benimsedi. İlk planda sosyal politika ile ilgilenen Kessler'in tesiri altında, ki bu konu bana derhal çekici gelmiştir, germanistikten iktisat bölümüne geçtim - ilk iktisadi ders takririmin ko­nusu «Konut Sorunu» olmuştur - ve 1921 sonlarında, aktüelleşmeye baş­layan bir konu olan «Enflasyon Kavramı ve Özü» hakkındaki doktora tezim ile iktisat doktoru unvanını kazandım. Beni sözlü sınavdan Kessler geçirmişti, ama doktora çalışmama bakan Müşavir-i Has unvanı ile süs­lenmiş profesör Julius Pierstorff idi, ki öğrenimimin son yıllarında onun yanında, sonradan «Anti Marks» adıyla (baş eserinin ismi böyle idi) meşhur olan Kari Muhs'a halef olarak «honoris causa» asistanlık yap­tım.
Öğrenimimi bitirdikten sonra da Kessler ile gevşek ama kesintisiz bir ilişki içindeydim. O, 1933 ilkbaharında aniden, Frankfurt'ta gizlendiği yerden başka bir isimle ortaya çıktı. Jena'dan sonra çağrıldığı Leipzig'de fiili tecavüze uğramış, evi kısmen tahrip edilmiş ve artık hayatının güvencesi kalmamıştı. Uğradığı bu takibatın politik bir nedeni vardı: Weimar Cumhuriyeti’nin son özgür seçim kampanyasında Alman Devlet Partisi adına (bugünkü F.D.P. - Hür Demokrat Parti - ile kıyaslanabilir) Hitler ve partisine karşı politik çalışma yürütmüş ve bunun üzerine de derhal profesörlük unvanını yitirmişti.
Eğer tabiri caiz ise Kessler, ilerde kendisinden ayrıntılı bahsedece­ğimiz tipik Avusturyalı Josef Dobretsberger'in Prusyalı karşılığını temsil ediyordu. Eski «Doğu Prusya»da oturan koyu proteston bir aileden gel­diğini ve Leipzig'deki öğrenimi sırasında "Wilhelm Stieda ve Kari Bücher gibi iktisatçıların etkisi altında, o zamanlar Leipzig'de hüküm süren a-teorik «Tarihsel Okul» akımına kapıldığını inkar etmezdi. Kessler hem Almanya'da hem de Türkiye'de etrafına azimli gençler toplamasını ve bunların çoğunu girişken birer iktisadi ve sosyal politikacı olarak yetiş­tirmesini başarmıştır. Müşvik ve birçok bakımdan inatçı olan, anlaşabil­mek için yakından tanımak gereken bir kişi idi. Bunu başarabilen için sadık ve gerçekten babacan bir arkadaş olurdu. Yabancıların da dahil olduğu çok sayıda öğrenciye, anlayışlı-hoşgörülü bir yaklaşımla yardım edişi, onun insani ve hristiyanca düşünce yapısına, yakınlarını sevmenin gerekli olduğu inancına uygundu. Yardımda bulunduğu birçok kişiden biri olan ve evinden gelen parası kesildiği için savaş devrinde Kessler'den mali destek gören Endonezya'lı genç Alfiya Yusuf Hilmi'ye burada örnek olarak değinmek istiyorum. Hilmi sonunda doktorasını onun yanında (ben raportör idim) petrol sorunları üzerine ingilizce yazılmış bir tez ile yaptı. Onunla yıllar sonra, bu arada bağımsızlığına kavuşmuş olan ülke­sinin elçisi olarak gönderildiği Bonn'da Türk karısı ile birlikte karşılaş­mam benim için sevindirici bir sürpriz olmuştu.
Kessler'in çok sevdiği sosyal politika dışında örneğin, aile tarihçeleri tutmak gibi (buna Hitler'inki de dahildi) değişik hobileri vardı. Yahudi soy isimleri onun özel ilgisini çekiyordu, ki bu isimleri birçok yayınların da iktisat tarihi, sosyal ve dini bakış açıları altında incelenmiştir. Kessler'in mezheplere göre ayrılmış «Soyadı» serileri içeren birkaç kart kutusu vardı. Birgün ona benim adımı taşıyanların da katalogunda bulunup bulunmadığım sordum. Hemen ertesi gün önüme Neumark isimli, sayısı beşten az olmayan kart koydu, îlk baktığım kart 18. yüzyılda Königsberg'de öğrenim yapmış olan Matthias Neumark adlı birine aitti. - talihe bakın benim oğlumun ön ismi de Matthias'dır -. Bir diğer kart tanınmış kilise şarkısı şairi Georg Neumark (1621-1681) ile ilgili idi. Bu kişi - hakkında «Brockhaus»un (ansiklopedi) eski baskılarında ismen bahsedilen serüvenli yaşamından önce - yine Königsberg'te hukuk öğre­nimi yapmış.
Kessler'in olağanüstü büyük bir kitaplığı ve orijinal alışkanlıkları vardı. Bu alışkanlıkları özellikle karısı ve iki kızının -iki oğlu da uzun bir süreden beri Amerika'da bulunuyorlardı - onu savaş sırasında dra­matik koşullar altında ve İstanbul'daki Alman Konsolosluğu'nun görev­lilerinin yardımıyla bir gece gizlice terketmelerinden sonra iyice ortaya çıktı. Böylece Almanya'ya geri dönünceye kadar büyük ve yıkık bir ah­şap evde, sayısız kitaplarının ve kedilerinin arasında yaşadı. Evini eski çarlık Rusyası subaylarından Lawrow belli bir düzen içinde çekip çevi­riyordu.
Alfred Isaac ile ilk defa ünlü işletme ekonomisti Frits Schmidt'in öğrencisi ve asistanı olarak bulunduğu Frankfurt'ta daha Nürnberg'deki Yüksek Ticaret Okulu'na profesör olarak çağrılmasından önce tanışmış­tım. Bir yahudi olarak Almanya'da artık kalamayacağını anlaması uzun sürmemişti. Sanat tarihçisi Reh'in kızı olan karısı Gertrud gibi onun da Alman kültürünün tapınıcılarından birisi olması, yurdundan ayrılmasını oldukça zorlaştırmıştı. Kessler'in savaştan sonra Göttingen'li meslektaşı Wilhelm Hasenack'a gönderdiği bir mektupta - Widmann'ın kitabında kısmen bulunuyor- Isaac üzerine yazdığı şeyler gerçekten isabetlidir: O ve karısı, tahayyül edilebilecek en iyi arkadaş, en yardımsever ve özverili insanlardı.
Isaac'ın kendine mahsus bir çekingenliği vardı. Ama onun için önemli olan konularda büyük bir medeni cesaret sahibi olduğunu ortaya koyar­dı, İstanbul'a geleli daha birkaç gün olmadan evinin penceresinden dehşet ve tiksinti içinde - türkçede kısaca araba denilen - bir fayton sürücüsü­nün atlarını nasıl kamçıladığını görmüştü. Faytonlar, o zamanlar Kadıköy gibi şehrin dış mahallelerinde kullanılan pek rahat olmasa da, «resim gibi» ve ucuz yolcu taşıma araçlarıydılar. Bunun üzerine öğrendiği ilk türkçe kelimelerden, biri «vurma» olmuştu. Bu kelime ile silahlanmış bir şekilde iriyarı Türk faytoncularından birine sık sık hücum ediyor ve o da büyük bir şaşkınlık içinde bu isteğe veya «emre», bir süre için de olsa, uyuyordu.

Isaac'ın şüphesiz pedagojik yetenekleri vardı. Türkçe öğrenmek ve ülkenin işletme ekonomisi ile ilgili yasalarını, kuruluşlarını, vb., tanımak için gösterdiği gayretler boşa gitmemişti. Herşeye rağmen onu, Alman işletme ekonomistlerinin - ki bu yeni disiplini Türkiye'de öğrenime ilk koyan Isaac idi - birinci veya ikinci göbek temsilcilerinden biri olarak nitelendirebiliriz. Doğal olarak, Alman işletme ekonomisine bilimsel say­gınlık kazandıran Erich Gutenberg okulundan henüz geçmemişti. Isaac'-lar sosyete hayatından hoşlanan kişilerdi. Özellikle müzik konserleri ko­nusunda; karısı eşsiz bir piyano öğretmeni, o ise coşkun bir flütçü idi.
Değindiğim bu üç meslektaş ile aramızdaki iş bölümünü dostça ve sürtüşmesiz bir şekilde hallediyorduk. Yalnız, burada tuhaf bir ayrıntıya değineceğim: Sadece Röpke için -«normal» diyebileceğim- bir iktisat kürsüsü öngörülmüştü. Aslında klasik filolog olan ve sonradan ekonomi bilimine geçen Rüstow, ilk planda ekonomi coğrafyası öğretecekti, daha doğrusu iş anlaşması bu koşulu getiriyordu. Bir süre sonra ona ekonomi tarihi ve sosyoloji dersleri verme olanağı da tanındı. Yani ekonomi coğ­rafyasına oranla – her ne kadar zaman geçtikçe o dersi de ilgi çekici bir şekilde vermeyi başarıyorsa da - çok daha iyi ön koşullara sahip olduğu alanlarda çalışabilecekti. Kessler ve Isaac için işler nisbeten daha kolay gelişti: Isaac işletmecilik profesörlüğünü ve Kessler de beraberinde sos­yoloji ile ilgilenmek yükümlülüğü altında sosyal politika kürsüsünü elde ettiler.
Ben ise, bana verilecek kürsünün iş anlaşmasındaki adlandırılış şekli yüzünden, o işi vicdan rahatlığı ile üstlenip üstlenemiyeceğim konusunda uzun süre tereddüt ettim. Benim için, kadroda öngörülen sosyal sağlık bilgisi ve istatistik profesörlüğü düşünülmüştü. Sosyal sağlık bilgisinden hiçbir şey ve istatistikten çok az şey anladığımı belirterek bunu şiddetle protesto ettim. Fakat Türk tarafı kürsünün adının ne olduğunun değil, iktisat bilimi ile ilgili seviyeli dersler vermek için yetenekli ve istekli olup olmadığımın önemli olduğu gerekçesini öne sürerek beni yatıştırdı. Ka­rarsız bir şekilde kabul ettim, îşler pratik olarak öyle bir gelişme gösterdi ki - çok şükür - hiçbir sosyal sağlık bilgisi dersi veya uygulaması yapmak zorunda kalmadım (eğer öyle olmasaydı kendimi «dolandırıcı» sanacaktım), istatistik için de bir-iki sömestr yan görev olarak sorum­luluk aldım, çünkü Ömer Celal Sarç adındaki Almanya'da öğrenim ve Werner Sombart'ın yanında doktora yapmış genç Türk meslektaş, çok iyi bir istatistikçi idi ve benim işimi tamamen yüklenebilmişti. Benim ça­lışma alanım böylece, Röpke ve Türk profesörü Şükrü Baban ile değişe­rek teorik ve politik ekonomi dersleri vermek olmuştu. Bunun yanında, başlangıçta «ikinci derecede» olmak üzere uzun süre benim o zamanki
standardıma göre - 33 yaşıma yeni girmiştim - yaşlı, Türk meslektaş İbrahim Fazıl Pelin tarafından verilen maliye dersine de girdim. Pelin, Fransa'da öğrenim görmüştü. Sadece Fransızca kaynakları tanıyordu ve koyu liberal (Rüstow'un dediği gibi «taş devri liberali») görüşleri savu­nuyordu. Başlangıçtaki bazı zorluklardan sonra, öğrencileri tarafından sınavlarda acımasız olduğu düşünülerek korkulan ama aslında yumuşak kalpli bir kişi olan Pelin ile iyi diyebileceğimiz bir arkadaşlık ilişkisi kur­duk. Ve Röpke ile iktisat alanında yaptığımız gibi maliye dersini de onunla birkaç bölüme ayırarak paylaştık. Pelin'in ölümünden sonra maliye ta­mamen bana kaldı. Ancak ben, akademik çalışmalarımın başında hocam Gerloff'tan aldığım uyarıları dikkate alarak, maliye derslerinin berabe­rinde iktisat teorisi ve politikası vermeye de özen gösterdim. Bunların arasında en çok sevdiğim İktisadi Düşünce Tarihi dersini, Fransız ve ondan kaynaklanan Türk öğretim sistemine uygun bir şekilde düzenli aralıklarla okutuyordum. Bilindiği gibi bu branş, Almanya'da günümüzde dahi büyük bir ilgi görmüyor. Frankfurt'a döndükten sonra (ve Basel'de misafir profesör olarak çalışırken) kanımca en az öbür dallar kadar zor ve çekici olan doktrinler tarihi ile ilgilenen tek kişi ben oldum. Birçok yayınım, Örneğin «Halkın refahı üzerine olan görüşlerdeki değişimler» hakkında yaptığım (ikinci) rektörlük konuşmam (1961), daha gençli­ğinde bu konu ile ilgili çalışmalarıyla takdir toplayan Edgar Salin'i Basel'de 1973'deki anma toplantısında yaptığım konuşma (1975'de «Kyklos» da yayınlandı), branşımızın tarihi gelişimi ile ilgili, daha ziyade Türki­ye'de edindiğim büyük merakın delilleridir.
Röpke, Rüstow, Kessler ve benden başka birkaç Alman iktisatçısı­nın daha İstanbul Üniversitesi'ne çağrılması planlanmıştı. Elimde Georg Jahn'ın ve Adolf Lampe'nin bana yazdıkları, böylesi girişimlerden bah­seden bir sürü mektup bulunuyor. Walter Eucken'in yönetimi altındaki «Freiburger Kreis»ın (Freiburg Grubu) bir üyesi olan Lampe, savaştan sonra Ludwig Erhard'ın da desteği ile Alman kamuoyunun geniş tabakalarınca tanınır bir kişi oldu. Ama ne Jahn ne de Lampe kendilerini, 1934'de onlara sağlayabildiğim Türkiye'ye üniversiteye gelme çağrısına - değişik nedenlerle - uyacak durumda hissetmemişlerdi.
Değindiğimiz gibi Röpke, dört yıl sonra, erken ölümüne kadar (1966) yaşadığı ve çalıştığı Cenevre'deki «Institut Universitaire de Hautes Etudes Internationales»a gitmek üzere İstanbul'u terketti. Onun yerini doldurmak gerektiğinde uzun süre danışmak, görüşmek zorunda kaldık. Çünkü, her ne kadar Nazi rejiminin baskıları artıyorsa da gerçekten nite­likli eleman arandığında «pazar durumunun» gitgide kötüleştiği ortadaydı. İşte bu durumda şans, isterseniz yazgı diyelim, yardımımıza koştu: Avusturya'nın Nazi Almanya'sına iltihak edilmesinden birkaç gün sonra, yani 1938 ilkbaharında, gazetelerden eski Schuschnigg hükümetinin bütün üyelerinin Nazi'ler tarafından tutuklandıklarını veya tutuklanacaklarını öğrendik. Onların arasında Grazlı meslektaşımız Josef Dobretsberger'in de bulunması gerekiyordu. Genç Dobretsberger 33 yaşındayken Hıristiyan-Sosyal Partisinin sol kanat temsilcisi olarak bir süre Schuschnigg kabinesinde Sosyal İşler Bakanlığı yapmış, daha sonra Graz Üniversitesi'ne geri dönmüş ve «İltihak» sırasında orada rektör idi. Gazeteler onun tutuklandığını bildirmedikleri halde biz rektörlükten alınmasını kötüye alamet olarak yorumluyorduk. Her neyse, biz - yani Rüstow, Kessler, Isaac ve ben- hemen Dobretsberger'i Röpke'nin boşalan yerine kazan­manın mümkün olup olmadığını düşünmeye başladık. Onu şahsen tanı­yan tek kişi ben olduğum için, ona resmi olmayan ve fakat dikkatle kaleme alınmış bir mektup yazmakla görevlendirildim. Mektupta, ona Röpke'nin ayrılışını bildirecek ve kendisinin uygun bir aday tanıyıp tanı­madığını soracaktım. Tedbir bakımından Röpke'ye de bir yazı göndererek Dobretsberger hakkındaki görüşünü bildirmesini rica ettim. Hans Kelsen ve Ludwig von Mises'in yazılı tavsiyelerinin suretlerini eklediği yanıtı «çok olumlu» idi.
Mektubumdan kısa bir süre sonra Dobretsberger'den kısa bir telgraf aldım: İstanbul'daki profesörlüğe ben talibim. Biz bu haberden onun yanlışlıkla yeni iktidar tarafından tutuklanmamış olduğu sonucunu çı­karttık. Hapise atıldığını ve karısı Carîa'nın benim mektubumu ona ile­tip, kendisinin göreve talip olduğunu bana telgrafla bildirdiğini sonradan öğrendik. Dobretsberger çok karmaşık ve tehlikeli bir yoldan Avustur­ya'dan kaçmayı başarabildi. Eskiden dostu olan bir memurun kendisini birkaç günlüğüne serbest bırakması üzerine (gerçekten de - kaybolma­sından - kısa bir süre sonra Gestapo onu tutuklamak amacıyla evine bas­kın yapmış) yanına hemen hemen hiç eşya almadan, Avusturyalı şıklığı ve çekiciliğine sahip karısı, kaynanası ve sonradan kızım Veronica'nın yakın arkadaşı olan kızı Sissy'nin eşliğinde İsviçre'ye kaçmıştı.
Bana Ascona'dan yazdığı mektuplarda, o sırada her mültecinin karşı karşıya kaldığı büyük zorlukları okuyabiliyordum. Halbuki Dobretsber­ger, aynı zor durumda olanlara nazaran daha iyi bir konumdaydı: Yap­tığı bakanlık ve Avusturya Merkez Bankası İdari Konseyi Üyeliği'nden kalma birçok kişisel ilişkileri vardı ve yahudi olmaması daha az zorlukla karşılaşması demekti. Örneğin, o zamanın İsviçre Merkez Bankası baş­kanı Bachmann, ona Türkiye hükümeti ile anlaşmaya varana kadar ül­kesinde üç ay oturma izni sağlamıştı, ki İsviçre'nin bu konuda ne kadar çekimser davrandığı biliniyordu. Ve nihayet 1938 Eylül’ünde Dobretsberger maceralı yollardan istanbul'a gelmeyi başardı. Kısa zamanda bu yeni meslektaş en iyi arkadaşlarımızdan biri oldu ve bu arkadaşlık ölü­müne kadar sürdü. Benim Frankfurt'a dönmemden kısa bir süre önce o da eski yurduna döndü. Graz şehrinde ve özellikle eski güzel mobilya­larla, halılarla vs. döşenmiş ikinci bir evinin bulunduğu Viyana'da sık sık görüştük. Dobretsberger'in yaklaşık üç yıl sonra -çok kolay ve hemen anlaşmasına, meslektaşları ile öğrencileri arasında büyük saygınlık ka­zanmasına rağmen- Türkiye'yi terketmesi kendisini, Viyana'daki göre­vini Hitler açısından parlak bir şekilde yerine getiren ve Ankara'ya Al­man elçisi olarak atanan Franz von Papen'in tehdidi altında hissetmesiyle de ilişkiliydi. Dobretsberger, özellikle savaş Hitler'in yararına gelişme gösterdiği sıralarda, kendini Türkiye'de güvenlik içinde hissetmemeye başlamıştı, îlk önce eski Filistin'de, sonra Kahire'de Nazi'lere karşı anti­propaganda çalışmaları yürüttü. Çok sevdiği Kahire'ye savaşın bitimin­den sonra da misafir profesör olarak sık sık gitti.
Josef Dobretsberger birçok bakımdan çok yetenekli, hatta dehası olan bir insandı. Akademik yaşamının başlangıcında, o zamanlar Viyana'­da ders veren kamu hukukçusu ve filozof Hans Kelsen'in büyük etkisi altında kalan Dobretsberger, bunun yanında iktisat teorisinin ünlü «Avusturya Okulu»nun en tanınmış temsilcilerinden Carl Menger ve Eugen von Böhm-Bawerk'den de etkilenmişti. Kendisi, Öthmar Spann gibi romantik sosyologlara hem kişisel hem de bilimsel açıdan uzak durur, tutucu Adam Müller'in manevi izleyicisi olan bu kişinin din değiştiren­lerde sık rastlanan sofu işgüzarlığı ile sık sık alay ederdi.
Dobretsberger, daha başlardan beri politika ile, sosyal yönü ağır basan bir politika ile ilgilenmek istiyordu. Kanımca bu olgu, onun ba­şarmaya pekâla yetenekli olduğu büyük çapta bilimsel çalışmalara zaman ayırmasına engel oldu. Politik açıdan oldukça solda yer alıyordu. Savaş­tan sonra - Viyana'da - komünist görüşlere yakın içerikli (fakat sınırlı bir sayıda basılan) bir gazete yayınladı ise de, ne bu ne de başka yoldan Avusturya'nın aktif politikasına geri dönemedi. Birçok defa gittiği Çin ile yapılacak mal alışverişinin büyük politik ve dev ekonomik olanakla­rını önceden görebilmesine rağmen, bence, açık bir politik anlayışa sahip değildi. Fakat, kıymetli mücevher ve altın sikke kolleksiyonunun da gös­terdiği gibi, yüksek bir sanat anlayışı vardı. Ayrıca para ve para sistemi sorunları, eskiden beri bilimsel çalışmalarında tercih ettiği konular ol­muştur.
Dobretsberger'in İstanbul'dan ayrılmasından sonra iktisat dalında yine bir ordinaryüs profesör kadrosu açılmıştı. Bu sefer de Mussolini, Dobretsberger'in yerini dolduracak harikulade bir kişi bulmamıza - el­bette haberi olmaksızın ve şüphesiz istemeden- yardımcı oldu: Daha önce Roma Üniversitesi’nde iktisat teorisi profesörlüğü yapan Umberto Ricci, korporatif devlet anlayışına tam ters düşen klâsik-liberal öğreti­lerin temsilcisi olarak, «Duçe»nin nefretini kazanmış ve onunla basında sürdürdüğü tartışmalar sonunda profesörlüğünden olmuştu. Onu, Cenev­re'deki bir karşılaşmamızdan az da olsa tanıyordum. 1933'de William Rappard'ın daveti üzerine bir dizi konferans vermek için gittiğim «Institut de Hautes Etudes Internationales»de Ricci, misafir profesör olarak çalışmakta idi. Çağrımızı hemen kabul eden Ricci, tüm hızıyla devam eden savaşa rağmen 1942'de karısı ile birlikte Boğaziçi'ne ulaşmayı başardı. Umberto Ricci gerçi «Alman dili konuşan mültecilere» - ki bu kitapta neredeyse sadece onlardan bahsediyoruz - dahil değildi. Ama o, kendisini hem dış şartlar dolayısıyla hem de manevi bakımdan bizim çevremize çok yakın hissediyordu; bu nedenle ondan burada bahsetmemeyi kendime yakıştıramadım.
Umberto Ricci, Kessler'in tam karşıtı olarak herşeyden önce bir teorisyendi. Türkiye'de «değer teorisi» üzerine daha sonra fransızcaya da çevrilen fevkalade bir eser yayınladı. O, hakiki latin kibarlığına ve içtenliğine ermiş, söyleşide akıllı ve nükteli, ateşli bîr yurtsever olduğu gibi faşizme yılmaz düşmanlık duyan bir kişiydi. Faşizmin yıkılmasından sonra, Roma Üniversitesi'ndeki eski kürsüsü ona yeniden teklif edildi. Ne var ki, Ricci o zamanlar zorluk ve külfet dolu olan dönüş yolunda 1945'de -savaştan önce misafir profesör olarak bir süre bulunduğu- Kahire'de kalp yetersizliğinden öldü. Ondan epeyce genç olan karısı Lizetta hayatımda karşılaştığım en göz alıcı kadınlardan birisi idi. Dış görünü­şünde bile varolan soyluluk herhalde aile ağacında yer alan eski bir Ve­nedik docasmdan geliyordu. İstanbul'un öteden beri varolan enternasyonal karakteri icabı, ki bu özellikle bizim orada bulunduğumuz süre için (sa­vaşla bağlantılı olarak) geçerliydi, - karımın ifade ettiği gibi - tiyatro veya sinemada bir Venedik docasınm torunu veya torununun torunu ile aktif bir Sovyet-Rus generalinin kızı arasında oturmak olağanüstü birşey değildi. (Yugoslav bir tanıdığımızın karısı, şimdi Zagreb Üniversitesi'nde profesör olan Bayan Valja Gazi bunlardan biriydi).
Şimdi de Hukuk Fakültesindeki meslektaşlarıma ve ilk olarak da Roma hukuku ve medeni hukuk profesörü Andreas Bertholan Schwarz'a değinmek isterim. Macar asıllı olan Schwarz, daha önce Zürih ve Frei-burg/Br.'da profesörlük yapmıştı. Aramızdaki en etkileyici, bilimsel açı­dan en değerli kişilerden biriydi. Onun kendi yeteneklerine uygun bir özsaygısı vardı. Öğrencilerinin çoğunluğunu olmasa bile en başta Türk meslektaşlarını kalıcı bir şekilde etkiliyordu. Onun oturmuş hukuk an­layışı bile, bazen bir üniversite profesörünün doğal olarak sosyal ayrı­calıklar sahibi olacağı hipotezine dayanarak hareket etmesini önleyemiyordu - Türkiye'deki yaklaşımlara göre de gerçekçi bir hipotez -. Bunu, şu olayla daha da iyi açıklayabiliriz: Schwarz diğer birçok Alman mül­tecisi gibi, Boğaziçi'nin en güzel semtlerinden biri olan Bebek'te oturu­yordu. Savaş sırasında Schwarz, askeri manevra nedeniyle bazı sokaklara birkaç saat için girme yasağı konan bir gün, böyle bir yasağın onun gibi bir şahsiyet için geçerli olmayacağı inancı içinde mayosunu giyerek her-günkü sabah banyosunu almak üzere evini Boğaz'dan ayıran 20-30 met­relik yola hükümdarvari adımlarla çıkıyor. Derhal polis tarafından ya­kalanarak sorguya çekilmek üzere en yakın karakola götürülüyor. Onun «normal» bir vatandaş veya casus olmadığı ve İstanbul Üniversitesi'nin saygı değer bir profesörü olduğu saptandıktan sonra, orijinal kıyafetine rağmen soruşturmayı kazasız belasız atlatıyor. Schwarz, eski okulu Freiburg Üniversitesi’nde misafir profesörlük yaparken vefat etti.
Hukuk Fakültesindeki diğer bir meslektaş da Richard Honig idi. Göttingen'de kamu hukuku ve hukuk felsefesi profesörlüğü yapmıştı. Honig, biraz renksiz, fakat diğer meslektaşlar kadar etkileyici olmasa da, bilimsel açıdan ciddi ve önemli bir kişi idi.
Uluslararası ünü olan ve Frankfurt'tan gelen devletlerarası hukuk­çusu Kari Strupp, İstanbul Hukuk Fakültesinde kısa bir süre çalıştı. Hukukçu olmadığım için onun bilimsel değeri hakkında kesin bir yargıya varamam, ancak - objektif açıdan haksız olsa bile - bende onun, fikir üretmekten çok, ondan bundan toparlama yeteneğine sahip olduğu kanısı uyanmıştı. Strupp bir yıl kadar sonra sağlık nedenlerinden İstanbul'dan ayrıldı ve Batı Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde bilimsel çalışmalar yürüt­tükten sonra 1940 başlarında daha genç yaşta Paris'te öldü.
Ernst E. Hirsch, şüphesiz İstanbul Üniversitesi’ne çağrılanların en genci olan ve doçentlikten (profesör unvanı almadan) ordinaryüslüğe atlamayı başaran tek kişi idi. Oldukça yetenekli bir eğitimci olan Hirsch, nispeten kısa bir sürede Türkçeyi önce sınavlarda, daha sonraları ders­lerde kullanabilecek ve hatta kitaplarını o dilde yazabilecek kadar öğre­nenlerdendi. Hirsch, baştan beri öncelikle ticaret hukuku ile ilgileniyordu. Ama kişisel nedenlerden ötürü İstanbul'dan Ankara Hukuk Fakültesine geçince, çalışmalarının ağırlığını gitgide hukuk felsefesine kaydırdı. Ya­yınladığı çok sayıda kitap ve makaleler yanında, Türkiye hükümeti için bir dizi bilirkişi raporu da hazırladı. Savaştan sonra Berlin Hür Üniver­sitesinin çağrısını kabul eden Hirsch orada iki kere başarıyla rektörlük yaptı. Sağlık durumu onu erkenden emekliliğe ayrılmaya zorladı. Hirsch, çok değer verdiği ve kendisine çok şey borçlu olan Türkiye ile kurduğu ilişkilerine bugüne kadar sımsıkı bağlı kalmıştır.
Alman dili konuşan mültecilerin önemli bir bölümü, İstanbul Ede­biyat Fakültesinde çalışmaktaydı. En değerli olanlarından biri şüphesiz, 1926'dan beri Berlin Üniversitesinde fizik öğreten Hans Reichenbach idi. Filozof olarak yeni pozitivizmin önde gelen temsilcilerinden biri olan Reichenbach, aynı zamanda «Viyana Grubu»nun da kurucularındandı, ki bu grup içinde ondan başka Moritz Schlick ve Rudolf Carnap en başta yer alıyorlardı. Reichenbach, savaşın patlamasından kısa bir süre önce Los Angeles Üniversitesinin çağrısını kabul etti ve ölümüne kadar orada kaldı. Amerika Birleşik Devletlerinde yayınladığı çalışmalarıyla kısa za­manda dünya çapında saygınlık kazandı. Zeki, son derece kültürlü ve esprili bir bilgindi. Yıllar boyu Kadıköy'de aynı evde oturduğumuz için fikirlerinden kolaylıkla yararlanabilmiştim. Ailelerin farklı yetiştirme yöntemleri dolayısıyla (Reichenbach'lar bizim benimsemediğimiz Montessori Okulunun taraftarıydılar) aralarında büyük görüş ayrılıkları oluşa­bileceği halde çocuklarımız yakın arkadaşlık kurmuşlardı. Reichenbach'ın büyük oğlunun etkisi altında kalan oğlumuz, biz farkına bile varmadan ateist oluvermişti. Bir keresinde kolu kırılıp da Alman Hastahanesi’nde birkaç gün yatmak zorunda kaldığında, büyük bir sır verir edasıyla (o zamanlar henüz on yaşlarında idi): «Buradaki hastabakıcıların hala Al­lah'a inandıklarını biliyor musunuz?» diye kulağımıza fısıldamıştı.
Bugünkü romanist görüşlere ve profesörlere kadar etkisi uzanan büyük romanist Leo Spitzer de uluslararası bir saygınlık görüyordu. Viyana doğumlu Spitzer, yalnız seçkin bir bilgin değil, kusursuz bir eği­timci idi. Almanya'da çalıştığı Marburg ve Köln gibi şehirlerde etrafına «Spitzer'in havarileri» diyebileceğimiz yetenekli ve geniş görüşlü bir çok bilim adamı toplamıştı, ki bunların büyük bir kısmı onun arkasından Türkiye'ye geldiler. Bu çevreye dahil olan kişiler şunlardı: Heinz Anstock (savaştan sonra İstanbul Alman Lisesinin müdürü oldu), Herbert Diecmann (sonradan Amerika'ya yerleşti), Traugott Fuchs (şimdi Bebek'teki eski Robert Kolej'de profesör), Hans Marchand (Amerika'da uzun yıllar kaldıktan sonra Tübingen'de İngiliz dili ve edebiyatı profesörü oldu) ve daha savaş sürerken, Spitzer'in İstanbul'dan Johns Hopkins University'ye gitmesi üzerine Türkiye'yi terkeden ve tanınmış gazeteci Kurt Heyd ile evlendikten sonra Almanya'da çalışmalarını sürdüren Rosemarie Burkart. Darmstadt'ta yaşayan bu iki kişi, Türkiye hakkında düzenli bilgi alış­verişi içinde olduğumuz en yakın arkadaş çevremize dahildir.

Eskiden Weimar Cumhuriyeti döneminde (1929) Spitzer'in peşinden Marburg kürsüsüne gelen ve 1936'dan beri - yine Spitzer'in yerine - İs­tanbul Üniversitesinde ders veren Erich Auerbach da branşının seçkin temsilcilerinden biriydi. Spitzer gibi Auerbach da - fakat beş yıl kadar sonra - Amerika Birleşik Devletleri’ne gitti. Orada ünlü Yale University'de hocalık yaptı. Daha önce (1946) büyük olay yaratan ve romanistik dalı dışı çevrelerde de geniş hayranlık toplayan kitabı «Mimesis» (taklit, mimik) yayınlanmıştı.
Özellikle felsefe tarihi konusundaki çalışmalarıyla tanınan ve Gies-sen'den gelen Ernst von Aster, İstanbul'da on yıldan fazla kaldı. Sosyal Demokrat Partisinin üyesi olarak 1933'de Giessen'deki kürsüsünü kay­betmişti. Dolambaçlı yollardan 1936'da Türkiye'ye geldi ve savaştan kısa bir süre sonra karısının anayurdu olan İsveç'te vefat etti.
İstanbul Üniversitesi’nde Şark Dilleri ve Edebiyatları bölümü daha önce Hamburg'da profesörlük yapan ve branşının yıldızlarından biri ola­rak tanınan Hellmut Ritter tarafından temsil ediliyordu. Ünlü Freiburg'lu tarihçi Gerhard Ritter'in kardeşi olan Helmut Ritter, biraz tuhaf, dik kafalı ve soğuk davranışları olan ve bazan parlama derecesine çıkan atılgan mizacı ile dargınlıklara sebebiyet veriyordu.
Ancak ben, gerçekten «orijinal» tiplerin, ki bu tiplere eskiden sadece Alman yüksek okullarındaki profesörler arasında rastlanmazdı, gitgide azalmasından üzüntü duyduğum ve ayrıca Ritter'in bilimsel niteliklerine yüksek değer biçtiğim için, sürekli onun tarafında oldum. Ve ben yalnızca onun şark dilleri hakkındaki bilgisini değil - bilindiği üzere bu işten an­cak sınırlı derecede anlıyordum - asıl Şark'ın düşünüş biçimine karşı gösterdiği anlayışı takdir ediyordum.
Onunla İstanbul'daki tanışıklık yıllarımızı ve savaştan sonra birlikte döndüğümüz Frankfurt'taki ortak çalışmalarımızı gönül hoşluğuyla anım­sarım. O döneme ait bir hatıram onun karakterinin daha iyi anlaşılma­sını sağlayacaktır: Benim ilk defa rektörlük yaptığım sıralarda Ritter, felsefe fakültesinin dekanı olarak akademik senato üyeliğinde bulunu­yordu. Diğer senato üyeleri ile arasında sık sık ortaya çıkan görüş ayrı­lıkları sebebiyle, hemen hararetli bir öfkeye kapılıyordu. Bir gün, sena­törlerden birisi ona herhangi bir iş konusunda karşı gelmeye kalktığında, ona şu sözlerle karşı çıkmıştı: «Siz burada kültürden bahsediyorsunuz; ama herhangi vasat bir Türk gibi yirmi veya daha fazla içme suyu cinsini bile birbirinden ayırt edemezsiniz». Ve başka bir örnek; Üniversi­tenin inşaat müdürlüğü bir restorasyon sırasında Ritter'in denetimindeki jeminer odasına neon lambaları taktırmak isteyince Ritter, kararlı bir şekilde eski orijinal arapça elyazılarının neon ışığı, hatta genel olarak elektrik lambası altında okunmasının zararlı olduğunu, bilimsel çalışma­lar yürüten oryantalistik bölümüne ait odalarda sadece petrol lambala­rının kullanılması gerektiğini açıklamıştı.
Almanya dışında da tanınan klasik filolog Walther Kranz, oldukça geç bir tarihte, 1943'de istanbul'a geldi. Bir süre germanistik ve felsefe de okuttu. Fakültedeki meslektaşlarının dışında, kendisi de aslen filolog olan Rüstow ile görüşürdü.
İstanbul Edebiyat Fakültesinin üyelerinden biri de, kendi dalından başka pedagoji dersleri de veren psikolog Wühelm Peters idi. Benim onunla kişisel ilişkim olmadı. Clemens (sonradan Emin) Bosch da ilk önce arkeoloji enstitüsünde numismatikçi, sonra da klasik tarihçi olarak İstanbul Üniversitesinde çalıştı.
İstanbul'un dışında bir dizi profesör Ankara Dil, Tarih, Coğrafya Fakültesinde görev almışlardı. Onların arasında en seçkin olanlardan biri şüphesiz ki asuryolog Benno Landsberger idi. Uluslararası ünü olan Landsberger, özellikle Türkiye'den sonra gittiği Şikago Üniversitesi’nde geniş kapsamlı bir yayın hayatına girişti. O da Ritter gibi biraz «zor» bir meslektaşdı ve «orijinal» profesörlerden biriydi. Ankara fakültesin­deki diğer yabancı üyeler şunlardı: Hindolog Walter Ruben, klasik filo­log Georg Rohde, hititolog Gustav Güterbock ve Sinolog Wolfram Eber-hard. Onlarla zaten, herşeyden önce uzaklık nedeniyle, yakın ilişkim ol­madı. Yalnızca (ilerde değineceğim kulak mütehassısı Hellmann'ın kızıyla evli olan) Güterbock'la sonraları birkaç kere görüştüm. Kendisi, savaşın bitiminden bu yana Şikago Üniversitesi’nde profesörlük yapıyor.
Eski bir geleneğe dayanarak Türkiye'de mültecilerin dışında da çok sayıda Alman arkeolog çalışmaktaydı, ilk sırada bugünkü «Paur le merite» tarikatının başkanı, hakkında fazla söz söylemeye gerek olmayan, Alman arkeolojisinin en tanınmış temsilcilerinden Kurt Bittel'i saymak yerinde olacaktır. Bittel savaş boyunca ve savaştan sonra İstanbul'daki Alman Arkeoloji Enstitüsünün yöneticiliğinin yanısıra uzun yıllar üni­versitede profesörlük de yaptı. Widmann'a göre ne Bittel ne de Eberhard veya Ritter «asli mülteciler»den sayılabilir. Bu olgu şüphesiz objektif olarak doğrudur. Ancak adını verdiklerim, bildiğim kadarıyla, kendilerini -bazı başka kişiler gibi- hiçbir zaman «asliler»den ayrı hissetmemişler­dir. Bu konuyla ilgili şöyle bir açıklama yapabilirim:
Kritik yıllar boyunca Türkiye'de, bazı «mülteci olmayanlar» şeklinde nitelendirebileceğimiz kişiler de çalışıyordu. Mültecilerin onlarla ya hiç ya da gevşek ilişkileri vardı. Ne var ki tek başına bu onların Nazilerle aynı görüşte olduklarını kanıtlamaz. Hele bu kişilerin Almanya'da gü­venliklerini merak ettikleri yakınları bulunuyorsa, sessiz durmaları ge­rekirdi. Bu tutumları kuşkusuz anlayışla karşılanmalıdır. Ayrıca arala­rında ırk ayrılıkları vb. gibi konularda ya hiç ya da gerektiğinde en az ölçüde görüş belirtme medeni cesaretini gösterenler de vardı. Örnek ola­rak, karımla benim ilk üç-dört yıl içinde canlı bir arkadaşlık ilişkisi kurmuş olduğumuz genç çift Hans ve Elisabeth («Lilo») Grossekettler'i hatırlıyorum. Bir gün Hans Grossekettler - büyük bir Alman endüstri firmasının temsilcisi idi - bana sıkılgan ama açık bir şekilde, Alman kon­solosluğunun talimatına veya «emrine» göre bizim gibi «âri ırkına men­sup olmayanlarla» toplum içinde birlikte gözükmemesi gerektiğini söy­ledi. Dışardaki görüşmelerimize son vermemiz ve ev ziyaretlerini de kısıtlamamız konusundaki ricasını anlayışla karşılamamızı istedi. Bu sem­patik çiftin gerçekten nasıl düşündüklerini bilecek kadar birbirimizi tanı­dığımızdan, dargınlık çıkarmadan ilişkilerimizi azalttık, ama hiçbir zaman da tamamen kesmedik. Bundan kısa bir süre sonra Grossekettler bir uçak kazasında öldü. Savaştan sonra karısı ve oğlu Heinz Grossekettler ile tekrar karşılaştık. Bu zeki ve genç teorisyenin aktif bir deniz subayı kariyerini bırakıp, - gerekli öğrenimden sonra - Münster'de iktisat teorisi ve maliye profesörlüğü yapmaya başlamasına katkıda bulunduğum için memnunluk duyuyorum.
Kimi kez «zorunlu mülteciler» ile «gönüllüler» arasında yapılan ay­rımı ben tam yerinde bulmam. Elbette sosyalist veya politik açıdan «yola gelmezler» olarak tanınan rejim muhaliflerinin ve onlardan daha da çok yahudilerin seçim yapma olanakları yoktu. Ölümden kurtulabilmek için Nazi Almanyasını terketmek zorundaydılar. Politik veya «ırk» açısından sorunları olmayanların da iltica etmeleri, onların yüksek ahlaki meziyet­lerinin göstergesidir. Ahlaki-politik idealler ve sarsılmaz bir vicdan sahibi kişiler olduklarından, aslında onlar için de - isterlerse Nazi rejimine uya­bilecekleri halde - ilticadan başka bir seçenek yoktu. Böylelikle iltica nedenleri fiilen ikinci plana itiliyor ve büyük bir çoğunlukla iki grubun arasındaki dostluk ilişkileri için bir engel oluşturmuyordu.
Türkiye'de bulunan fen bilimleri hocalarından bahsederken, ilk sırada daha önce bir kaç kere adı geçen kimya profesörü Fritz Arndt'dan söz etmek gerekir. Onun yanında ve daha sonra onun yerini alan, içimizde İstanbul'da en uzun süre - yetmişli yılların başına kadar - kalan ve daha sonra Basel'e göçeden Friedrich Breusch çalışıyordu.
Hayret verici lisan bilgisi sayesinde işinde zorluk çekmeyen Arndt, Alman kültürüne olan sıkı bağlılığına rağmen, aramızda kendisini Türkiye’de evinde hissedebilmesini en iyi başarandı. Buna rağmen savaştan sonra hemen, babasının şehri olan Hamburg'a fahri profesör olarak dön­mekten çok memnundu. Olağanüstü zeki olan Arndt hoşsohbeti severdi. Sonradan meslektaşım Hans Ritschl'in (uzun süre Hamburg'da ders verdi) şahsında tekrar bulduğum üstün bir hazırcevaplığı vardı.
Harry Dember birkaç yıl İstanbul'da fizikçi olarak çalıştı. Sonra ABD'ye gitti. («Ari ırkına mensup olmayan») Nobel Ödülü sahibi James Franck'ın (Göttingen) kızı ile evli olduğu için Almanya'yı terketmek zorunda kalan Arthur von Hippel, onunla birlikte kısa bir süre çalıştı. Franck ile, yine onun gibi Göttingen'deki profesörlüğü elinden alınan matematikçi Courant'Ia beraber İstanbul'a bir ziyarete geldiğinde tanış­tım ve onun yüksek, etrafına sıcak insanlık duyguları saçan kişiliğine hayran oldum. Maalesef ne onu, ne de Courant'ı İstanbul için kazana­madık, ikisi de ve bir yıl sonra da von Hippel ABD'ye gittiler. Özellikle üstün yetenekli fen bilimcileri için çekici olan bu yolu seçmeden önce bir kaç yıl İstanbul Üniversitesi'nde bulunan biri de matematikçi Willy Prager idi. Kendisi daha otuz yaşında iken, Göttingen'de doçentlik unva­nını elde etmesinden bir yıl sonra Karlsruhe Teknik Yüksek Okulu'nda ekstraordinaryüs profesör olmuştu.
Yalnızca kendi dalında değil, hatta genel olarak Alman dili konuşan mülteciler çevresindeki en seçkin şahsiyetlerden biri, daha önce Berlin Üniversitesi'nde ordinaryüs profesörlük yapmış olan matematikçi ve ola­sılık hesapları teorisyeni Richard von Mises idi. Mises mültecilerin çoğu gibi, hem kendisini kendi dallarında dünyaca tanınan çalışmalarla ispat etmiş, hem de bugün bazılarının kötüleyici tabiriyle «yalnızca mesleği ile ilgilenen aptallar»ın tam tersi bir kişi idi. Büyük bir kitapseverdi ve en çok Rilke ile ilgilenirdi. Genelde, benim gözlemlerime göre ortalama ola­rak Almanlara nazaran daha çok Avusturyalılar arasında rastlanan olağanüstü geniş kültürlü insanlardan biriydi. Mises'in insanın aklından hiç silinmeyecek biçimde bir kafası vardı - Özellikle soylu ve aynı za­manda gururlu profili -. Aramızdaki büyük yaş farkı, iyi komşuluk iliş­kilerimize enge olmadı.
Richard von Mises, Avusturyalı iktisatçı Ludwig von Mises'in kar­deşiydi. Ancak yetenekli kardeşlerde kimi kez rastlandığı gibi, onunla arası iyi değildi. Bir gün Richard, bana samimi bir tonla kardeşi Ludwig'i tanıyıp tanımadığımı ve eğer tanıyorsam, benim de onu, onun kendini sandığı gibi zamanımızın en önemli iktisat teorisyenlerinden biri olarak görüp görmediğimi sordu. Biraz ihtiyatlı bir tavırla Ludwig von Mises'in, Ricardo, Say ve Bastiat'vari klasik liberalizmin en son savunucularından
biri olarak uluslararası alanda tanınmış olduğunu, özellikle para teorisi konusundaki büyük hizmetlerini takdir ettiğimi, ancak hem teorik ana konsepsiyonlar, hem de bunlardan çıkarılacak iktisadi politik postulalar konusunda onunla tamamen ayrı görüşlerde olduğumu söyledim.
Ludwig von Mises'in aşırı, dünyaya yabancı ve o keskinlikte bugün ancak onun hemşehrisi ve Nobel ödülü sahibi Friedrich August von Hayek tarafından temsil edilen liberalizmini karakterize edebilmek için, Mises'le yakın arkadaşı Röpke'nin bana, savaştan sonra bahsettiği olayı
anlatmak istiyorum; ikisi savaşın patlamasından kısa bir süre önce, Zürih'te Bahnof Caddesi üzerinde, Avrupa'daki vahim gelişmeleri tartışır­larken, konuşma arasında Amerika'ya «kaçmanın» daha iyi olup olma­yacağı sorununa gelindiğinde (ki Röpke'nin tersine Mises oraya gitti) Mises, ona şu yönlendirici soruyu soruyor: «Eğer bundan yüz yıl önce Cobden kendini kalıcı bir şekilde kabul ettirebilmiş olsaydı, bugün Hitlerizmin ve faşizmin doğmasının mümkün olamayacağını kabul etmiyor musunuz?» İngiliz Cobden'in «Anti-Corn-Law-League»nin kurucusu, sü­rekli dünya barışını sağlayacağını umduğu hür ticaretin ateşli, su katıl­mamış bir taraftarı olduğunu ve ayrıca işçi koruma yasaları ile ilgili taleplerin çoğunu ve sendikaların kurulmasını reddettiğini hatırlatmak gerekir.
İstanbul Fen Fakültesi'nde üç Alman profesörü daha çalıştı. Bun­lardan biri, İstanbul'da çok güzel bir botanik bahçesi kurarak da yararlı olan botanik ordinaryüsü Alfred Heilbronn idi. Heilbronn, ayrıca Türkçe dil sorununu çok çabuk halleden azınlığa dahildi, İlk (Alman) karısının ölümünden sonra eski Türk çalışma arkadaşlarından Mehpare Başarman ile evlendi. Heilbronn'dan başka Leo Brunner de İstanbul'da (savaştan sonra Münih'te) botanikçi olarak bulundu. Kendisi çekingen, herzaman güleryüzlü olmasa da cana yakın, Almanlar ve Türkler arasında çok sayıda iyi arkadaş kazanabilmiş bir insandı. Astronomi dalını E. Findlay Freundlich, sonraları Hans Rosenberg ve daha sonra Wolfgang Gleissberg temsil ettiler.
Alman zoologu Curt Kosswig, kendisini özel bir şekilde Türkiye'ye bağlı hissediyordu. Oranın dilini kısa bir zamanda iyi bir şekilde öğrendi ve Türkiye'ye olan büyük sevgisini Savaştan sonra Hamburg Üniversi­tesi’nde onbeş yıl kadar ordinaryüs profesörlük yaptıktan sonra emekli olarak oraya geri dönmekle" gösterdi. Kosswig, onu ve karısını sürekli çeken - sırf bitki doğasıyla değil - Türkiye için çok değerli araştırmalar vapmıştır. Efes'in yakınındaki büyüleyici Kuş cenneti ile olan tanışmamızı (sonradan çok sayıda turist gibi) yine ona borçluyuz.

İstanbul'daki Tıp Fakültesi'ni ve kliniklerini anımsayacak olursam, ilk sırada Rudolf Nissen'i saymak gerekir. Dünyaca ünlü operatör Ferdinand Sauerbruch'un en sevdiği öğrencilerinden biri olan Nissen, bu biraz müphem kişiyi, hakkında varolan ve belki de haksız olmayan eleş­tirilere rağmen, ölümüne kadar baştacı etmekten ve savunmaktan vaz­geçmemiştir. Nissen'in özellikle akciğer ameliyatları konusundaki başa­rılarının derecesini, onun hakkında okuduğum makalelerden yalnızca tahmin edebilirim. Tanıdığım en yakışıklı adamlardan biri olan ve yine güzel bir kadınla (Ruth) evli olan Nissen'in kendisiyle ilişki kuran her­kes üzerinde derin, çözülmez bir etki bıraktığı kesindir. Kendisinden ve iş arkadaşlarından olağanüstü şeyler bekleyen her olağanüstü insan gibi, o da hem sevilir, hem de kendisinden korkulurdu. Onun başarıyla tedavi ettiği birçok köylü kadınının çocuğuna «Nissen» adını vermesi, Anadolu halkınca nasıl sevildiğine güzel bir Örnektir. Nissen savaşın başlamasın­dan az bir süre önce ABD'ye gitti. Ancak kısmen oradaki doktor meslektaşlarının birçoğunun bir Avrupalı için olağan olmayan alışkanlıkları yüzünden kendisini tam manasiyle rahat hissedemedi. 1950 yılında, Kan­ton Hastanesi'nde operatörlük ve profesörlük yapmak üzere Basel'e geldi. Bana ara sıra söylediği gibi, hayatının en mesut yıllarını orada geçirdi. Rudolf, maalesef genç yaşta ölen arkadaşım Ferdinand Nissen'in karde­şiydi, F. Nissen, benim gibi iktisatçı idi ve 1933'e kadar insani ve politik bakımdan yüksek ahlak taşıyan, fakat bilim açısından o kadar değerli olmayan Frankfurt'lu iktisatçı Paul Arndt'ın yanında asistanlık yapmıştı. Ferdinand Nissen çok zeki bir insan olmasına rağmen - Bern'de Alfred Amonn'un yanında yaptığı başarısız bir doçentlik tezi deneyiminden sonra - başlamış olduğu akademik kariyerine son vermeyi kararlaştırdı, İsviçre'yi Amerika'ya gitmek üzere terketti ve karşılaştığı sayısız baş­langıç zorluklarını aştıktan sonra orada iktisat idaresi ve uygulaması alanında başarılı çalışmalar yürüttü. Onunla ve maalesef bu arada ölen karısı ile olan arkadaşlığımızın bizim için unutulmaz değeri vardır.
Rudolf Nissen'in yanısıra özellikle, jinekolog Wilhelm Liepmann ve oftalmolog Joseph Igersheimer, İstanbul'da profesör ve klinik müdürü olarak yaptıkları çalışmalarla kendilerini sevdiren kişiler oldular. Dok­torlar arasında hiç de ender rastlanmayan, teklifsiz ama kırıcı olmayan bir davranış biçimine sahip Liepmann, o zamanlar yeni olan «Frauen-kunde» (kadın hastalıkları mütehassısı) dalının oluşturulması ve geliş­tirilmesi konusunda Berlin'de bulunduğu sıralarda yaptığı çalışmalarla kendi ihtisasında dünyaca tanınmıştı. Sadece dört yıllık bir çalışmadan sonra İstanbul'da vefat etti. Onunla ilk defa orada tanışmıştım. Kendisi sakin-dostça tavırlarıyla yalnız meslektaşları arasında çok sayıda arkadaş kazanmakla kalmamış, aynı zamanda hastaları üzerinde de psikolojik bakımdan iyi bir etki yapmıştı.
Daha önce Frankfurt'ta karşılaştığım Igersheimer'e ise şu olay ne­deniyle derin bir minnettarlık duyarım: Savaş sırasında Igersheimer Amerika'ya (Boston'a) yerleştikten sonra oğlum bir göz hastalığına ya­kalanmıştı (retina tabakasının yerinden çözülmesi). Igersheimer'in yerine gelen genç Türk profesörü Naci Bengisu - sonradan kendisinin yaptığı - bir ameliyatı acilen gerekli gördü. Otuzlu yılların başında bir Hollandalı'nın uygulamaya koyduğu bu operasyon (o zamanlar için) oldukça zor bir ameliyattı. Igersheimer bu ameliyat yöntemini o Hollandalı'dan öğ­renmiş ve bilgisini Türk meslektaşlarına aktarmıştı. Böylelikle Igers­heimer (dolaylı yoldan) oğlumu kör olmaktan kurtarmış oldu. Bu arada, oğlum hastanede yatarken, -o zamanlar bu ameliyattan sonra on gün kadar gözler bağlı ve hareketsiz bir şekilde yatakta kalmak gerekiyordu -alışılmadık bir durumla da karşı karşıya kalmıştık: Bir gece Türkiye'de her zaman olabilen zelzelelerden biri sırasında uykusundan fırlayan oğ­lum ya gözlerindeki sargıyı açarak dışarıya kaçmak ve böylece ameliya­tın başarıyla sonuçlanmasını önlemek, ya da zelzelenin sürmesini ve belki de daha şiddetlenmesini beklemek seçeneği karşısında kalıyor. Neyse ki, hastabakıcılardan biri onu yatakta sakin olarak yatmaya razı edebilmiş, ve deprem de nispeten hafif ve tehlikesiz olarak atlatılmıştı.
Igersheimer'in Türkiye'deki ilk zamanlardan kalma bir hikayesi daha var: Bir ziyaret dolayısıyla (Türkiye'ye) gelen zamanın İran Şahı Rıza Pehlevi, Atatürk'e bir göz rahatsızlığından bahsetmiş. Bunun üzerine Atatürk ona, «kendi» Alman mütehassıslarından birine gitmesini salık vermiş. Bu tavsiyeye uyan Şah'ı etraflı bir muayeneden geçiren Igers­heimer, İran devlet başkanının sadece yeni bir gözlüğe ihtiyacı olduğunu tespit etmiş, sonra da yeni gözlük camlarının reçetesini vermiş. Muaye­neden sonra ön odaya geri dönen Igersheimer, orada kendisine hangi gözlük çerçevesini temin etmesi gerektiğini soran Şah'ın yaveri ile kar­şılaşmış. Igersheimer, majestelerinin böyle bir çerçeveyi herhangi bir gözlükçünün yardımı ile seçebileceğini söylemiş; ancak bu yanıtla yetin­meyen yaver dizleri üzerine çökerek Igersheimer'den çeşitli gözlük çer­çeveleriyle birlikte gelmesini rica etmiş; çünkü yaver, efendisinin bu ko­nuda daha önce vermiş olduğu emri ona iletmeyi unutmuş;, zira eğer Igersheimer bu isteğini yerine getirmezse, yaver kelimenin tam anlamıyla işinden tekme tokat kovulacakmış. Burada şunu belirtmek isterim: Hane­danlığının ilk temsilcisi olan Şah, politik açıdan muhakkak çok becerikli bir kişi olsa da, basit bir çevreden geliyordu (İran ordusunda üstçavuş idi) ve anlaşıldığı gibi hala eski oryantal usulleri tercih ediyordu.
Igersheimer gibi, diş hekimliği profesörü Alfred Kantorowicz de Şah'a çağrıldı ve yaptırttığı yeni protezle Şah'ı tam anlamıyla hoşnut
etti.
Kantorowicz Almanya'da bir taraftan okullarda sistematik diş ba­kımının gerekli olduğuna ilk işaret edenlerden biri olarak ün yapmış; diğer taraftan da bir sol sosyalist olarak açıkça faaliyet göstererek - üstelik yahudi idi - Nazilerin özel hiddetini üzerine çekmişti. Nazilerin iktidara gelmesinden hemen sonra tıkıldığı toplama kampından birkaç ay içinde kaçıp, İstanbul'a gelmeyi nasıl başardığını bilemiyorum. Ama, hiçbir zaman sözünü etmediği bu süreyi az zararla atlatabilmesinin se­bebi, herhalde tanıdım tanıyalı onun enerjisi tükenmeyen bir sporcu olma­sıydı. Anadolu'daki «Uludağ'ı» o zamanlar Türkiye'de hemen hemen hiç tanınmayan kayak sporu için çok uygun bir yer olarak «keşfedenlerden» biri yine Kantorowicz idi. Son derece ilkel ve yorucu koşullar altında, 1934/35 kışında bu dağa ilk kez çıkma cesaretini gösteren öncüler ara­sında karım ve Rosemarie Heyd-Burkart da bulunuyordu.
İstanbul Tıp Fakültesi'nde ayrıca Breslau'dan, 11. Tıbbiye Kliniği'ne başhekim olarak çağrılan, ölümüne kadar orada çalışan, ve fevkalâde bir iç hastalıkları mütehassısı olan Erich Frank da ders verdi. Frank, sakin, biraz içine kapanık bir tipti ve Nissen'in de söylediği gibi, üstün bir teşhisci idi. Yalnız, F. G. Banting, C. H. Best, ve J. J. R. Macleod'un ensülini keşfetmelerinden (1921) kısa bir süre önce, araştırmalarında onun da Amerikalı meslektaşlarının vardığı sonuçlara çok yakın sonuçlar elde etmesine rağmen deneylerini tamamen bitirmemiş olması, mesleki haya­tına gölge düşürmüştü. Böylece Banting ve Macleod'a verilen 1923 Nobel ödülünü kaçırmıştı. Frank 1957'de İstanbul'da öldüğünde devlet merasimi ile gömülmesi, Türkiye'de ona karşı beslenen takdir ve sevginin açık göstergesidir.
İstanbul'da çalışan tıp pratisyenleri arasında kulak, burun, boğaz mütehassısı Kari Hellmann da bulunuyordu. O, ikinci beş yıllık sürenin bitiminden sonra iş anlaşması uzatılmayan - sayıca az olan - kişilerden biriydi. Bunun objektif açıdan ne kadar yerinde bir karar olduğu konu­sunda hüküm verecek durumda değilim. Ancak, hükümetin böyle bir karar almasında, herhalde Hellmann'ın hastalanması da rol oynamıştır. Hellmann İsrail'e yerleşmesinden kısa bir süre sonra öldü.
Radyolog Friedrich Dessauer'in İstanbul'da zor ve tartışmalı bir pozisyonu vardı; çünkü, aslında fizikçi olduğu halde Tıp Fakültesine yer­leştirilmişti. Kısa bir zaman sonra, Türk hükümetinin ona on yıllık bir iş anlaşması teklif etmesine rağmen, 1937'de Fribourg'a (İsviçre) gitti.
Böyle bir kararı almasında, ışın yayan maddelerle çalışmasını yasaklayan bir hastalığa yakalanması baş rolü oynamıştır. Onun İsviçre'de hiçbir politik faaliyet göstermemiş olması, bu tarafsız ülkenin çalışma hakkı tanıdığı herkese şart koştuğu yükümlülüklerin sonucu idi. Daha önce Freiburg/Br.'da doçent olarak çalışan genç Erich Uhlmann, Dessauer'in asistanlarından biriydi. Şef ile asistanı arasındaki kişisel ilişkiler iyi de­ğildi, bu nedenle Uhlmann'ın çok geçmeden, başarılı bir röntgen doktoru olarak çalıştığı Şikago'ya gitmesi kimseyi şaşırtmadı. Uhlmann orada genç yaşta hayatını yitirdi. Dessauer'in İstanbul Radyoloji Enstitüsü’ndeki boşalan yöneticilik yerine Viyanalı röntgen uzmanı Max Sgalitzer getirildi. Beş yıllık bir görevden sonra, o da Amerika'ya göç etti.
Ankara'da da çok sayıda Alman dili konuşan tıp uzmanı vardı. Frank gibi daha önce Breslau'da çalışmış olan operatör Eduard Melchior, bun­lara dahildi. Nissen'e nasip olan parlaklığa ulaşamasa da Melchior, her tarafta çalışkan bir operatör olarak tanınıyordu.
İkinci «Ankaralı» olarak otolog (kulak uzmanı) Max Meyer'den söz edelim. Savaştan önce ve sonra Würzburg'da ders veren Meyer, bazen biraz abartılmış azimkar davranışlarıyla, her ne kadar bir yahudi idiyse de, en az her «âri» kadar savaşkan olduğunu sergilemek isterdi. Bu küçük, affedilebilir zayıflığının dışında iyi bir doktor ve güvenilir bir arkadaştı, ve - tüm acılı olaylara rağmen - savaşın ertesinde ateşli bir yurtsever olarak eski üniversitesine dönmekten çok mutluydu.
Yine Ankara'da çalışan tipik doğu Prusyalı Alfred Marchionini, deri ve cinsi hastalıklar mütehassısı olarak ün yapmıştı. Kendisini çok mü­teşekkir hissettiği Türkiye'de uzun yıllar çalıştıktan sonra önce Ham­burg'a ve daha sonra iki kere rektörlük yaptığı Münih'e gitti. Ellili yıl­ların başlarında, ben Frankfurt'ta rektörlük yaparken, onunla tekrar karşılaştık. Kendisi o sıralarda Münih'te, ilginç konferanslar ve tartış­malarla hem bilimsel amaçlarla, hem de Alman ve Fransız bilim adam­larının (yeniden) yakınlaşmalarına hizmet eden bir Alman-Fransız Haftası'nı büyük bir başarı ile organize etmişti.
Ankara'da çalışan tıp pratisyenleri arasında bir de Albert Eckstein'ı anımsamak gerekir. Bu mesleğine düşkün doktor, «Nazi» devrinden önce Düsseldorf'daki çocuk kliniğinin başhekimi idi. Güven verici, sakin ve sevgi dolu tavrıyla kendini çocuklara olduğu kadar onların ebeveynlerine de sevdirmişti. Görülen rahatsızlıkların erginlik çağının aşılmasıyla or­tadan kalkacağını söyleyerek, beni oğlumun bademciklerini aldırtmaktan vazgeçirdiği için kendisine çok şey borçluyumdur - sonradan doğruluğu kanıtlanan bir teşhis -, Eckstein, Hamburg'da profesörlük yapmak üzere Almanya'ya döndükten bir kaç ay sonra maalesef vefat etti. (Benim göz­lemlerime göre, Alman dili konuşan mülteci bilim adamlarının çoğunun genç yastayken -elli ile altmış ortalarında- ölmeleri, kısmen sağlıkları­nın 1933'den sonraki ve savaş sırasındaki telaşlı olaylar yüzünden büyük derecede yıpranmasından ileri gelmektedir.)
Teorik tıp dallarına gelince; İstanbul'da fizyoloji, değerli bilim ada­mı Hans Winterstein tarafından temsil edildi. Winterstein'ın boyu kısay­dı; onu bir generalin kızı olan ve serbest hareketlerinin yanı sıra, koca­sından bir karış uzun olan karısıyla beraber görmek göze batıyordu. Winterstein, geniş bir genel kültüre sahipti. Üzerinde bilimsel araştır­malar yayınladığı hobilerinden birisi uyku ve düş idi, ki bu araştırmalar sadece psiko-analitik açıdan ele alınmamışlardı. O da savaştan sonra hemen Almanya'ya (Münih'e) dönen ve orada erken yaşta ölenlerdendi.
Pataloji İstanbul'da, birbirinden insani ve bilimsel açıdan tamamen farklı iki kişi tarafından temsil ediliyordu.
«Asıl» patalog, daha önce bir kaç kere sözünü ettiğimiz Philipp Schwartz idi. Tüm Türkiye projesinin gerçek «spiritius rector»u. Maca­ristan doğumlu Schvvartz, benim gözlemlerime göre hemşehrilerinin bir çoğu gibi, dahiyane niteliklere sahipti. Geniş fantezisi, bitmez tükenmez bir çalışma enerjisi vardı; ama alaylı, daha doğrusu iğneleyici tavırlarıyla kendisine düşman olmak istemeyen bazı kişileri düşman edinmişti. Bu olağanüstü insanın Türkler ve Almanlar arasında - genellikle layık olma­dığı - bir güvensizlik, hatta antipati ile karşılaştığını ve mülteciler için verdiği büyük uğraşlar nedeniyle objektif olarak hakettiği takdiri göre­memiş olmasını büyük bir üzüntüyle ifade etmek gerekir. Ben, daha onun Frankfurt zamanlarından en eski arkadaşlarından biriydim; ama o, sa­vaştan sonra Warren, Pa.'daki bir Amerikan hastanesinde patolojik çalışmalarını sürdürmek üzere 1954'de Türkiye'den ayrılınca, onunla olan ilişkim koptu. Ellili yılların ortasındaki beni Frankfurt'ta ziyaretinin dışında, onu ölümüne kadar (1977) bir daha görmedim. Mainz'lı bir çocuk ruh hastalıkları mütehassısı J, Peckstein'ın «Fortschritte der Medizin» dergisinde (yıl 93., No. 25, 1975, s. 1139 vd.) yayınladığı ve orada Schwartz'ı «bilimsel bir yaratıcı» olarak nitelendirdiği bir makale ile onun mesleki hizmetleri, layık olduğu takdiri bulmuş oldu.
İstanbul'daki ikinci patalog, yapısında Münihli'lerin kendine özgü tüm huylarını yansıtan Siegfried Oberndorfer idi. İstanbul'a Schwartz'dan kısa bir süre sonra geldi ve oradaki Tecrübi Patoloji Enstitü'sünün müdürü oldu; ayrıca daha sonraki yıllarda kurulan Kanser Araştırma Enstitüsü'nü de yönetti. Üzücüdür ki, savaşın bitiminden kısa bir süre önce az rastlanan bir kanser hastalığından kendisi öldü. O daldan anla­yan herkesin ifade ettiğine göre, Oberndorfer branşının mükemmel bir temsilcisi idi. Benim onunla olan kişisel ilişkilerime gelince; Örneğin ölümsüz Kari Valentin'le olan tanışıklığımı Oberndorfer'e - daha doğrusu onun plak kolleksiyonuna - borçluyumdur. Oberndorfer, Kari Valentin'in orijinal, ince esprili diyalog ve monologlarını ellinci veya yüzüncü kere bile olsa büyük bir zevkle dinlerdi.
İstanbul Tıp Fakültesi'nde iki de sağlıkbilimci (hijiyenist) vardı. Bunlardan biri, geldiğinde Hıfzıssıhha Enstitüsü'nün müdürü olan, daha önce Berlin'de çalışmış Hannover doğumlu Julius Hirsch idi. Hirsch sa­vaştan sonra Basel'e yerleşti ve orada ölümüne kadar tanınmış ilaç fir­ması Geigy'de çalıştı. Fakat ne o, ne de halis bir Berlinli olan karısı, kendilerini İsviçre'de evlerinde hissedemediler. Birlikte çalıştığı en yakın Türk arkadaşı, onun yerine geçen ve sonradan rektör sıfatıyla izmir'deki yeni üniversitenin kurulması çalışmalarını büyük bir enerji ve başarı ile yürüten Muhiddin Erel idi. Erel, benim eskiden beri en iyi Türk arka­daşlarımdan biridir. Onun Hamburg'lu ve çok iyi bir kemancı olan karısı Anita (Türkçe ismi Emine) ile birlikte bir yaylı sazlar kuartetinde, na­çiz müzisyen yeteneklerimi denerdim. Erel ailesi ile olan arkadaşlık iliş­kilerimiz bugüne kadar devam etmektedir, ikisi de mükemmel birer piya­nist olan kızları Suna ve Sevim ile Anita'nın kızkardeşi Sonja Tiedcke, bu iyi ilişkilere dahildirler.
Diğer bir sağlıkbilimci de Frankfurt'ta uzun yıllar doçentlik yapmış olan ve İstanbul'da mikrobiyoloji profesörlüğüne atanan Prag doğumlu Hugo Braun idi. Braun oldukça alçakgönüllü, hatta sıkılgan bir insandı; ama sosyal ilişkilerindeki eksikliğe rağmen, meslek arkadaşları ona bi­limsel yeteneği nedeniyle büyük değer verirlerdi.
İstanbul'da fizyolojik kimya okutan Werner Lipschitz de daha Önce Frankfurt'ta Farmakoloji Enstitüsü'nün müdürü olarak çalışmıştı. O da birçokları gibi savaşın başlamasından önce ABD'ye gitti ve bildiğim ka­darıyla orada bir üniversitede değilde, endüstride çalıştı. Onun İstanbul'daki yerine, Praglı Felix Haurowitz geçti. Alçakgönüllü karakteri, onun ne derece büyük bilimsel yeteneklere sahip olduğunun anlaşılmasını güç­leştiriyordu. Bu yönü, ancak ABD'ye gittikten sonra orada yaptığı ya­yınlarla dünya çapında hemen ün kazanmasıyla tam olarak ortaya çıktı. Ve altmışlı yılların sonunda Paul Ehrlich Ödülü'nün ona verilmesi, tıp uzmanlarını hiç şaşırtmadı.
Son olarak, daha önce Tübingen Üniversitesi'nde ders veren Paul Pulewka'nın, Ankara'da farmakoloji ve toksikoloji ordinaryüslüğü yap-tığını belirtelim. Yaklaşık yirmi yıllık bir çalışmadan sonra eski üniver­sitesine çağrılan Pulewka, orada Federal Almanya'nın ilk toksikoloji enstitüsünü kurdu ve yönetti.
































POLİTİKACILAR, UYGULAMACILAR VE SANATÇILAR
Değindiğimiz gibi, Türkiye mültecilerini dar anlamda sadece bilim adamları oluşturmuyordu. Onların arasında, Boğaziçi'nde sığınma yeri arayıp bulmadan önce (ülkelerinde) politikacı, uygulamacı veya sanatçı - en çok müzisyen - olarak çalışmış bir dizi insan vardı. Ve bunların sa­yıları o kadar çoktu ki, aşağıda yalnızca küçük bir bölümüne değinebile­ceğim.
İlk önce, birçok bakımdan özel bir yeri olan Ernst Reuter'den söz edeceğim. Çünkü Reuter, ilkin olağanüstü güçlü bir şahsiyetti, sonra Türkiye'ye kaçan tek çaplı politikacı idi. Ve nihayet o, politikacı, yüksek okul öğretmeni ve tecrübeli idareciden oluşan eşsiz bir bileşimi simgeli­yordu.
Reuter'le İstanbul'a gelişinden çok kısa bir süre sonra ortak arka­daşımız, eski Berlin Belediyesi inşaat Müşaviri Martin Wagner sayesinde tanıştım, istanbul'a oranla daha çok Ankara'da çalışmasına rağmen aile­lerimiz baştan beri dostça bir yakınlık içinde tanışıklıklarını sürdürdüler, ilkönce biraz kişisel ilişkilerimizden söz edeyim: Reuter, yeni ve eski başkent arasında mekik dokuduğu yıllarda, deniz yolları işletmeciliğinde trafik uzmanı olarak çalıştığı İstanbul'a geldikçe, rahatsız ve üstelik pahalı otel yaşamından kaçınmak için akrabalarımın yanında ona ayrılmış bir odada kalıyordu. Alexander Rüstow'un da bir dairesi bulunan bu ev, bizimkine en fazla elli metre uzaklıkta idi. Bu yakınlık doğal olarak görüş alışverişimizi kolaylaştırıyordu - tabii bu arada Alman Okulunun eski eğitim müşavirlerinden Dr. Julius Stern'in üçüncü kişi olarak katıldığı skat partilerimizi de (bir çeşit kağıt oyunu) -. Ve bugün Federal Maliye veya iktisat Bakanlıkları Bilimsel Şuralar üyesi arkadaşlarını, onlarla oturumlardan sonra gerginlik gidermek amacıyla oynadığımız skat oyun­larında bende belli bir cesaret, hatta kayıtsızlık olduğunu kabul ediyor­larsa, ben bu özelliğimi kağıt oyunlarında son derece cüretli davranan ve bu cesaretinin gözardı edilmemesini ümit ettiğini sık sık belirten Reuter'e borçluyumdur. Bayan Hanna Reuter de özellikle sıcak yaz ay­larını geçirmek üzere, bize İstanbul'a gelirdi. Boğaz ve denizin sağladığı şahane banyo imkanı, kuşkusuz Ankara'da yoktu. Ayrıca Reuter'in küçük oğlu Edzard (onu eskiden Edzi diye çağırırlardı; şimdi Daimler Benz A.Ş.'nin yönetim kurulu üyesi) ile oğlumuz Matthias yakın arkadaş ol­muşlardı, tatillerde birbirlerini ziyaret ederlerdi.
Bilindiği gibi Reuter'in, Rusya'daki esareti zamanında başlayan ko­münist bir geçmişi vardı. Geçmişiyle olan bu ilişkisini adım adım - 1922'de Sosyal Demokrat Partisine (yeniden) girmekle tamamen - kopardı. Es­kiden kaleme aldığı ve çoğunu «Friesland» takma adıyla imzaladığı (Doğu Friesland memleketi idi) yazılarında, konuşmalarında ve gazete makale­lerinde bile kendine özgü stili hissedilirdi. Siegfried Jacobsohn tarafından çıkartılan ve onun ölümünden sonra Kurt Tucholsky ile Cari von Os-sietzky'nin yayınını sürdürdükleri - sadece dış görünüşüyle «kızıl» olma­yan- haftalık dergi «Weltbühne» de (Dünya Sahnesi) yine aynı takma isimle yazılar yazmıştı. Fakat 1932/33'de Alman Parlamentosu Rayh-stag'da milletvekili olarak temsil ettiği Sosyal Demokrat Partisi (SPD) içinde aşırı sol kanatta yer aldığını söylemek zordur. Onun «Rusya geç­mişi» çok tartışılmıştır. Ancak, Toplu Yazılar ve Konuşmalar'ının (Ber­lin, 1972) 1. cildindeki belgelerin gösterdiği gibi, nasyonel-sosyalist çev­relerce Reuter'e karşı yapılan ağır suçlamaların tamamen yersiz olduğu ortadadır.
Reuter'in Volga-Almanları denilen alanda çalışmalar yürüttüğü sıra­larda, Fritz Nonnenbruch'un ona asistanlık yaptığını yukarda değindiğim yayından öğrendim. Nonnentaruch, Jena'da öğrencilik yaptığım dönemde - yirmili yılların başında - sık sık beraber olduğum arkadaşlardandı. O zamanlar kendisi aynen Reuter gibi, Rusya esareti sırasında tanıdığı komünizmin tam bir taraftarı olmuştu. Giyinişiyle ve sabahlara kadar süren tartışmalarda sayısız sigara ve çay içme alışkanlığıyla, yani dış görünüşüyle bile, tam bir Rus olmuştu. Ne Reuter'e karşı takındığı insani dürüst tavır, ne de 1933'den sonra «Völkischer Beobachter» gazetesinin (Nazilerin en yaygın propaganda organı) iktisat yazarı olarak aniden ortaya çıkması, onun dağınık ve kararsız karakteri dolayısıyla beni şa­şırtmamıştı. (Kısa bir süre önce Kiel'de karşılaştığım yeğenlerinden biri, Fritz Nonnenbruch'un - yumuşak ifade edersek - gülünç ve çoğu çelişkili huylarını kısa süre önceki ölümüne kadar terketmediğini söyledi.)
Reuter, Hitler diktatörlüğünün ilk yıllarında iki kere toplama kam­pına atıldı ve oradan İngiliz Kvekerler cemiyetine mensup arkadaşlarının yardımı sayesinde, İngiltere üzerinden, İstanbul'a kaçma olanağını buldu. Martin Wagner ve eski parti arkadaşı Fritz Baade'nin aracılığıyla An­kara'da İktisat Vekaleti'nde ücret sorunları uzmanı olarak iş buldu; daha sonra aynı görevle Ulaştırma Bakanlığı'nda çalıştı. Fakat çok geç­meden Mülkiye Mektebi'nde vermeye başladığı derslerle çalışma alanı genişlemiş oldu ve bir süre sonra oradaki belediye idaresi ve şehir plan­laması bölümünün profesörlüğüne getirildi. Bu mevkide, Türkiye için tamamen yeni olan bir dizi köklü araştırma yayınladı ve çok sayıda bilirkişi raporu hazırladı.

Reuter başka konularla da ilgileniyordu: Örneğin tarih ve hayran olunacak kadar iyi tanıdığı eski diller. Tabii bu, etrafta hemen duyul­muştu: 1939 yılında Reuter 50. doğum günü kutlamasına beni de Anka­ra'ya davet ettiğinde, oradaki bir kitapçıda onun hoşuna gidecek bir kitap bulmak için uzun uzun aradım. Bana yardım etmek isteyen dükkân sahibi, kim için aradığımı sordu -gerçi Ankara o zamanlar başkent ol­muştu ama kültür politikası açısından daha çok üst tabakadaki herkesin birbirini tanıdığı bir köye benziyordu -. Reuter'in ismini verdiğimde, «Şu bizim klasik filolog mu?» demişti.
Dış görünüşüyle, hemen aklımıza gelen «tipik Alman» tipine uyan Reuter, gerçek bir dünya adamı idi ve tüm diplomatlarımızda görmeyi arzuladığımız duyarlık, ince seziş yeteneklerine sahipti. Ayrıca, çok hızlı bir kavrama kabiliyeti ve zor durumları kolayca atlatmasına yardım eden pratik zekâsı vardı. Türklerle ve son derece kısa zamanda öğrendiği Türkçe ile arası iyiydi; hatta Almanya'ya döndükten sonra bile Türk­lerle olan ilişkilerini sürdürdü. Aslında neşeli bir insan olmasına rağmen mülteciliği süresince - hepimiz gibi - Nazi diktatörlüğü altında ülkemizin içine düştüğü durum onu çok üzüyordu. Bu diktatörlüğün batışı görün­meye başladığında, bir an evvel ülkesine dönebilmek ve Almanya'nın politik-ekonomik inşaasına katkıda bulunabilmek için elinden gelen her-şeyi yaptı. Bu uğraşısında, müttefik güçler tarafından karşısına çıkar­tılan sayısız, budalaca zorluk, onu hiddetlendirmekten çok üzüyordu. Ve nihayet yurda dönme işini başardıktan sonra, bana - kalacak yer ve bir iş bulduğu Hannover'den - yazdığı 12 Aralık 1946 tarihli tafsilatlı mek­tubunda, para reformundan önce orada sürdürdüğü her bakımdan zor ve yorucu (herkes için) hayatını anlatıyordu. Ama asıl sınavını Berlin Belediye Başkanı olduktan ve orada Rus ablukasını atlattıktan sonra verdi. Ernst Reuter'le sonradan bazen Berlin'de, bazen de Frankfurt'ta görüştüm; son olarak karısıyla birlikte birkaç gün dinlenmek için geldiği Odenwald'daki Lindenfels'de kasabasında görüştük ve onun özgürlük ve ahlaki dürüstlük yolundaki sarsılmaz iradesinin orada ne kadar geniş bir çevre tarafından tanınmış olduğunu saptayabildim. Kendisini tanıyan herkes, bu kadar değerli ve olağanüstü bir insanın bu denli erken vefa­tından üzüntü duymuştur.
Max von der Porten, Ankara'da en yüksek kademede sanayileşme sorunları uzmanı olarak, Türkiye hükümeti için çalıştı. Benzeri bir gö­revle Weimar Cumhuriyeti döneminde Brüning hükümetine de hizmet etmişti. Şüphesiz ağır endüstri alanında büyük bir uzmandı; bu niteliklerinden dolayı onun, tek camlı gözlük takarak «gerdan kırmak» veya kendisince olması gerektiğinden bir-iki derece daha soğuk Burgunder şarabı getirdiği için başgarsonu azarlamak gibi bazı insani zaaflarını önemsememek gerekir, İktisat Vekâletine değil de doğrudan baş vekâlete bağlı olan von der Porten, hiç ihtiyaçları olmadığı halde, bilgileriyle, iliş­kileriyle ve onlara kargı gösterilen saygı ile çalım satmaktan hoşlanan insanlardandı. Hatırlıyorum; daha savaş başlamamıştı, bana bir akşam, üstüne basa basa «dostu Amery»den - o zamanki İngiliz Sömürgeler Ba­kanı - bahsetmişti. Gerçekten de von der Porten'in bana okumam için verdiği, Amery'den resmi hükümet kağıdı üzerine ona hitaben yazılmış bir mektuptan, ikisi arasında dostça ilişkiler olduğu ve İngiliz bakanın Alman uzmana çok değer verdiği hiç şüphe götürmez bir şekilde anla­şılıyordu.
Von der Porten'in bir süre sonra ABD'ye gitmesine rağmen, başka bir ekonomi uzmanı, Konrad Engelmann, (daha önce bahsi geçen Klepper'in başkanlık ettiği «Preussenkasse»nin idare heyeti üyeliğini yap­mıştı) tüm yeteneklerine rağmen istanbul'da ve Ankara'da kendini kabul ettiremedi. Heryerde Prusya'lı görev anlayışıyla çalışan bu adama, görev aldığı ne özel, ne de devlet sektörüne ait firmalar uygun bir iş alanı sağlayamamışlardı. Aynı şey savaştan sonra ailesiyle birlikte gittiği Ame­rika'da da başına geldi. Akademisyen olmamasına rağmen (bu olgu onu çok yıpratıyordu), Alman mülteci profesörler onu kendilerinden biri ola­rak görüyorlardı. Onun bilimsel konulara duyduğu ilgi, yaptığı birçok yayınla belgelenmiştir. Bunlar arasında Berlin'de yayınlanan, içinde işlet­me ekonomisinin teorik-yöntemsel temelleri üzerine görüşlerini dile ge­tirdiği kapsamlı bir kitabı bulunuyor. Müşterek arkadaşımız Lauffer'in aracılığı ile uzun yıllar çalışmak üzere Bonn'daki eski müessesesi -yeni adı «Deutsche Zentralgenossenschaftskasse» olan - «Preussenkasse» ye döndü; ama yaşamının son yıllarını Washington yakınlarında bir yerde geçirdi. Orada kendisi ve karısı Ilse, İstanbul'da da sürdürdükleri hobi­leri için vakit bulabiliyorlardı: Amatör, ama yüksek düzeyde oda müziği yapmak ve bol bol edebi, tarihi ve felsefi eserler okumak. Birçok kişinin Engelmann'ı zor bir insan olarak görmesi pek haksız değildi; onun ve ailesinin yıllar boyu dostu olan ben bile, Engelmann'ı herzaman sadece tecrübeli bir işletmeci ve olağanüstü kültürlü bir insan olarak görmüşümdür.
Savaş başlayana kadar Ankara'da, Türk hükümetinin danışmanı olarak, iki de akademik ziraatçı görev yaptılar. Sonradan dolambaçlı yollardan Almanya'ya dönüp, orada profesörlük yapan bu iki kişi, Fritz Baade ve Hans Wübrandt idi. İkisini de iyi tanıyordum, ama yalnızca Wilbrandt ile arkadaş olmuştuk.

Daha önce de değindiğimiz gibi Martin Wagner ile birlikte Reuter'in Türkiye'ye gelmesine yardım eden Baade, Reuter gibi Sosyal Demokrat Parti'nin üyesi idi ve Rayhstag'a seçilmişti. Ayrıca bir süre Devlet Tahıl Bürosu'nu da yönetmişti. Şüphesiz becerikli bir organizatör ve çalışkan bir tarım uzmanıydı; fakat bazı yayınları ve tartışmaları, gerekli bilim­sel titizliği aratıyordu ve yeterli derecede güvenli belgelere dayanmayan hayali ürünler bu titizliğin yerini alıyorlardı. Savaşın başlamasıyla, Wilbrandt gibi o da Türk hükümetine bağlı görevinden alındı. Her ikisi de oldukça zor koşullar altında özel danışmanlık yaparak hayatlarını ka­zanmaya çalıştılar. Baade, Amerika Birleşik Devletleri’nde kısa bir süre kaldıktan sonra Almanya'ya geri döndü. Orada Birinci Dünya Savaşı'ndan önce Kiel'de Berahard Harms tarafından kurulan «Dünya Ekonomisi Enstitüsü» nün müdürü olarak aynı zamanda üniversite profesörlüğü yaptı. Aynı partiye üye olmalarına rağmen Reuter ile arası mülteci ol­dukları sürece hiç iyi değildi - bu, Reuter'in «Yazılar, Konuşmalarında (Cilt 2, s. 484 vd.) yayınlanan mektuplardan açıkça ortaya çıkıyor-. Reuter'in bu mektupların birinde Baade'yi «alçak hain» olarak nitelen­dirmiş olması, sanırım büyük bir abartmadır. Bunun nedeni, Baade'nin - yine Reuter'in «Vorwaerts»in[5] eski redaktörlerinden Fritz Stampfer'e yazdığı başka bir mektupta eleştirerek belirttiği gibi - diğer mülteciler­den farklı olarak Nazi Anayasası’nın Türkiye'deki diplomatik temsilci­lerine karşı arzu edildiği şekilde koşulsuz karşı tavır almamasından kaynaklanıyor olmalı.
Nasıl von der Porten ve Engelmann «ırkî» ve Baade politik neden­lerden iltica yolunu seçmek zorunda kaldılarsa, Hans "Wilbrandt da, Röpke de Rüstow gibi, «vicdani bir zorunluluğa» dayanarak Hitler İmparatorluğu'nu terkedenlere dahildi. Wilbrandt, insani-politik açıdan ne tarafta olduğu konusunda kimseyi şüphe içinde bırakmadı ve karısıyla birlikte, savaştan önce olduğu gibi savaştan sonra da çok sayıda insana manen
ve maddeten yorulmamacasına yardım etti. Wilbrandt, kısa zamanda yeni .ilkenin dilini ve zihniyetini kavradı ve hükümet uzmanlığından azledil­mesinden sonra, Türkiye iktisat hayatındaki çalışmalarıyla zengin dene-yimler edindi, ki bu deneyimler Almanya'ya döndükten sonra ona çok yardmıcı olmuştu. Almanya dönüşü Bonn ve Kiel'deki kısa kalışlardan sonra Wilbrandt, Gottingen Üniversitesi profesörlüğüne atandı ve orada, emekliliğine kadar, geri kalmış ülkelerin kalkınma politikası üzerine sahip olduğu geniş bilgilerini değerlendirebildi. Kendini hâlâ eskiden olduğu gibi Türkiye'ye çok yakın hisseder; bir keresinde benim «Alman-Türk Derneği»nin ona bağlı olan Göttingen grubunda yaptığım bir konuşma sırasında eski Alman dili konuşan mülteciler hakkında gayet yerinde bir ifade ile oradan oluşan «and içmiş bir topluluk» olarak söz etmişti.
Babası Robert Wilbrandt, uzun yıllar Tübingen'de ders verdikten sonra Dresden Yüksek Okulu'ndaki bir kürsüye gelmişti. Hans Wilbrandt, 1944 yılında babasının İstanbul Üniversitesi’nde bir konferans vermesini, benim de desteğimle ayarlamaya çalışmış ve biraz gelgitli uğraşlardan sonra da o




işi başarmıştık. Nazi Almanyası’ndan gelen misafirlerin çok sıkı bir şekilde izlendiklerini bildiğimden, Hans Wilbrandt'a, babasının beni ziyaret etmemesini anlayışla karşılayacağımı söyledim. Gerçekten de savaşın başlamasından beri tüm Almanlar (vatandaşlıktan çıkarılan­lar da) daha sıkı bir şekilde gözetleniyorlardı. Hemen şunu belirteyim: Bu gözetleme işini Türk makamları değil, Alman ajanları yürütüyordu. Her ne kadar savaştan önce Kari Gördeler gibi adamlar, - Gördeler daha sonra, (Hitler'e karşı planlanan) 20 Temmuz 1944 suikastında önemli bir rol oynayacaktı- büyük olay çıkmadan Rüstow ve diğer Hitler muha­lifleri ile buluşup, onlarla Hitler-Almanyası'ndaki korkunç ve rezalet olarak nitelendirdiği durumlar hakkında açık açık konuşabiliyorsa da, 1940'dan bu yana hemen hemen kusursuz bir kontrol sistemi hüküm sür­mekteydi. Bütün bunlara rağmen Robert Wilbrandt'ın beni evimde ziya­ret etmesinden son derece duygulanmış ve memnun olmuştum. O beni şu sözlerle selamlamıştı: «Hans'a, sizinle ilişkiye geçmememin daha iyi olacağını söylediğinizi biliyorum. Fakat, konferans için davet edilmeme katkıda bulunan sizi ziyaret etmemek, bana çok bayağı gelecekti». Böyle bir davranış şekli, yurdunda sosyalizm ve Marks üzerine yazı yazmak gibi eski «gençlik günahları» hala başına çalınıyor olmasına rağmen, «âri ırktan olmayan» bir meslektaşını ziyaret etme rizikosunu üstüne alabilen bu soylu-alımlı kişinin karakterine uygundu. Hans, karakter açısından babasının oğlu olduğunu her zaman ispat etmiştir.
Son olarak güzel sanatların temsilcilerinden söz etmek istiyorum. Daha önce beni Reuter'le tanıştıran Martin Wagner'e kısaca değinmiştim. Onun tesir altında kalmaz ve hükmedici bir kişiliği vardı. Özellikle Weimar Cumhuriyeti döneminin Berlin'inde, Şehir İmar Müşaviri olarak ün yapmıştı. "Wagner de Sosyal Demokrat Parti'nin üyesi idi ve bu nedenle kısa zaman sonra işten atılmıştı. Kişisel ilişkilerde bazı zorlukları olan Wagner, kariyerinin sindirebileceğinden daha çok düşman edinmişti; ama elbette Bruno Tant ve Walter Gropius gibi dostları da vardı. Gropius, onun Harvard'a (Mass.) profesör olarak çağrılmasına yardım etmişti. Ne var ki, bunlarla da arasına nifak girdi. Bu iki ünlü mimarı şahsen tanımıyor olsam da, Wagner'in ABD'ye gider gitmez bana yazdığı mektuplardan, onlarla ve Wagner arasında doğan derin anlaşmazlıkların nedenlerini tahayyül edebiliyordum. Wagner onları, bir an önce çok para kazanmak amacıyla, «okulu ikinci, özel büroyu birinci plana» almakla suçluyordu. Bu orada çok yaygın olan anlayışa uygun olabilirdi; fakat Wagner'in idealizmine, asla. Wagner ayrıca, Taut ve Gropius'un aksine (Amerika'da) «ilelebet kök salmaya» niyeti olmadığını, «eski yurduna geri dönmeye» çalıştığını ve orada «birşeyler başarmayı ümit ettiğini» belirtiyordu. Bu umudunu gerçekleştirmek ona maalesef nasip olmadı.
Türkiye'de çalışmış olan mimarlar arasında, yukarda bahsettiğimiz, o zamanki adıyla İstanbul Yüksek Teknik Okulu'nda kısa süre profesör­lük yapan ve genç yaşta ölen Bruno Taut'tan (yirmili yılların sonunda Berlin Charlettenburg Yüksek Okulu'nda ders vermişti) başka Avustur­yalı Clemens Holzmeister'i (ünlü artist Judith Holzmeister'in babası) ilk sırada saymak gerekir. Eğer doğru hatırlıyorsam Clemens Holzmeister, ülkesinin Hitler-İmparatorluğu'na ilhak edilmesinden hemen sonra Bo­ğaziçi'ne geldi; İstanbul'da kaldığı tüm süre boyunca Boğaz'a çok yakın, eski, ahşap büyük bir evde oturdu. 1954'de Viyana Güzel Sanatlar Aka­demisine geri dönene kadar, yirmi yıla yakın bir süre istanbul'da Yüksek Teknik Okulu'nda profesörlük yaptı. Yarattığı çok sayıda mimarî eser­ler, ki ayrıca birçoğu Brezilya'da bulunan kiliseler de yapmıştır, onun seçkin orijinalitesini ve form verme gücünü gözler önüne sermektedir. Salzburg tiyatro binasının inşaasını yine bu büyük mimara borçluyuzdur. Fakat o, Ankara'da özellikle büyük kamu binaları için -en başta parla­mento binası («Büyük Millet Meclisi») için- projeler hazırladı. 1976 yılın­da, 94 yaşında iken, parlamento başkanının davetlisi olarak Ankara'ya yaptığı bir ziyaret sırasında, yapılması planlanan (parlamentoya) ek binaların kışlaya benzetilmemesi şeklindeki isteğini dile getirmişti.
Clemens Holzmeister'in, yüksek mesleki niteliklerinin dışında, büyü­leyici bir kişiliği de vardı ve genç nesil Türk mimarlarına büyük bir etki yapmıştır. Fakat kanımca, bu neslin en önemli temsilcisi olan Emin Onat (Martin Wagner'in çok iyi bir dostu), Holzmeister'in öğrencisi değildi. Bu yüzyılda Ankara'da inşa olunan, yeri ve konstrüksiyonu bakımından gerçekten eşsiz bir eser olan Anıt Kabir'i, ülkesi Onat'a borçludur. Ata­türk için yapılan bu anıt, unutulmaz bir manzara oluşturduğu kadar, Hitit Müzesi ile birlikte şehrin en görülmeye değer yeridir de.
Bu ilişkide, İstanbul Teknik Yüksek Okulu'nda profesörlük yapan ve bunun yanında çok kereler hükümet danışmanı olarak görev alan eski Hamburg Şehir İmar Müşaviri Gustav Oelsner'i ve 1933'e kadar Berlin Sanat Akademisi'nde ders veren, fakat sonra Nazi'lerin kanun dışı ilan ettikleri «dejenere sanatın» tipik temsilcisi olarak iltica etmek zorunda kalan ve İstanbul yüksek okullarında yeni çalışma alanları bulabilen heykeltraş Rudolf Belling'i anımsamak yerinde olacaktır.
Ankara'da ve az da olsa İstanbul'da, kısmen mecburen, kısmen gö­nüllü olarak Nazi Almanya'sını terketmiş olan daha bu1 dizi Alman, sanat hayatının temsilcisi olarak bulunmaktaydı.
Müzisyenleri şimdilik bir kenara bırakırsak, ünlü oyuncu, rejisör ve sanat yönetmeni Cari Ebert, Almanya'yı gönüllü terkedenlerden biri idi. Ebert, 1931/33 yıllarında Berlin Şehir Operası'nı yönetmiş, sonra Tür­kiye'ye iltica etmiş, orada ve diğer birçok ülkede, ama 1939-1947 ara­sında sürekli olarak Ankara'da oyunlar sergilemişti. Yürüttüğü geniş­letilmiş, yoğun eğitim çalışmalarıyla ve sahneye koyduğu sayısız oyun ile Ebert, Türkiye'de modern bir opera kurulmasında önemli etkisi ol­muştur. Ebert, savaştan sonra ABD'ye gitmeden önce uzun yıllar yine Berlin Şehir Operası (şimdi Alman Operası Berlin) sanat yönetmenliğini yaptı. Ne yazıkki, ben Ebert'i sadece Weimar Cumhuriyeti döneminde sahnede görebildim, o zamanlar bu büyük tiyatro ustasının oyunculuğuna ve özellikle son derece anlamlı mimik oyunlarına, birçok kişi gibi hayran kalmıştım. Shakespeare'in her çağda aynı üslupta oynanamıyacağını ka­bul ederim; ama 1976'da Edinburgh'da bir «festival» dolayısıyla izledi­ğim sahneleniş biçimlerini gördükten sonra, Ebert'in bundan yarım yüzyıl önce Shakespeare komedilerinin ve trajedilerinin özüne, bugün bu oyunları içi boş fiyakalarla ve politik gözlemlerin keyfi, anakronik «dö­nüştürümleri» ile donatan ve böylelikle yazarın düşüncelerine ve amaç­larına geniş çapta başka anlam veren - eğer çarpıtan demezsek - bazı yönetmenlere nazaran, çok daha fazla yaklaşmış olduğuna kanaat getir­dim.
Türkiye'de geçirdiği dönem içinde Ebert ile çok ender ve kısa görüş­müş olmama karşın, Türkiye'de müzik alanında çalışan tanınmış dört Alman mültecisinden ikisi ile sıkı dostluk kurmuştum.
Bu en başta Licco Amar için geçerlidir. Macaristan doğumlu Amar, 1933'den önce Frankfurt'ta uzun yıllar ders vermiş ve Paul Hindemith'in uzun süre eşlik ettiği, kendi adını taşıyan yaylı saz kuartetini yönet­mişti. Amar daha doğrusunu söylemek gerekirse - Bach'ın solo sonatla­rını çaldığında ortaya çıktığı gibi - usulperest bir müzisyen idi. Geniş bir repertuvarı vardı ve «Donauesching Çağdaş Müzik Günleri»ne aktif bir şekilde katılmasının gösterdiği gibi «modern müzik»in taraftarı ve pro­pagandacısı idi. Ayrıca mükemmel bir eğitmendi de; onun yetiştirdiği Ayla Erduran ve Suna Kan gibi bazı kemancılar, uluslararası ad yaptılar. Amar, önce istanbul, daha sonra Ankara Devlet Konservatuarı’nda keman dersi profesörlüğü yaptı. Müzik dışındaki konularla da ilgilenen ve kültürlü bir insan olan Amar, Almanya'ya (Freiburg/Br) döndükten sonra ne yazık ki uzun süre yaşamadı.
Amar ile birlikte yakın tanıdık çevreme dahil olan diğer bir mülteci müzisyen, Ankara'da çalışmasına rağmen sık sık istanbul'a gelen Ernst Praetorius idi. Daha önce birçok Alman operasında - en son Weimar'da -müzik başyönetmeni olarak çalışmış ve «arî ırkına mensup olmayan» karısından boşanmak niyetinde olmadığı için Almanya'yı terketmek zo­runda kalmıştı. Hindemith'in tavsiyesi üzerine geldiği Ankara'da öğretmenlik ve orkestra şefliği -Ebert'in sahneye koyduğu operalarda da - yaptı. Praetorius, sadece bir müzisyen olarak değil, aynı zamanda zeki ve nükteli bir insan olarak da sevilirdi ve sayısız arkadaş edinmişti. Böyle bir şeyi diğer orkestra şefleri için söylemek çok zordur.
Eduard Zuckmayer'in de çağrılmasını Türk makamlarına tavsiye eden, Hindemith idi. Carl Zuckmayer'in kardeşi olan Eduard Zuckmayer, savaş sırasında ve savaşın bitiminden sonra Ankara'daki çeşitli müzik enstitülerinde müzik öğretmeni, bir süre müzik teorisyeni ve koro yöne­ticisi olarak çalıştı.
Daha önce sözü edildiği gibi Paul Hindemith, Türkiye'de uzun süre kalmamış olmasına rağmen, Türk müzik hayatındaki gelişmeleri dolaylı ve dolaysız olarak büyük ölçüde etkiliyordu. Özellikle Ankara Devlet Konservatuarı ona çok şey borçludur. Gerçekten de Hindemith, genç Türk müzisyenleri tarafından gerçek bir üstad olarak kabul edilmişti ve saygı ile el üstünde tutuluyordu.
Ayrıca yabancılar tarafından «Türk müziği» diye adlandırılan müzik, Türklerin müziği ile hiçbir şekilde özdeş değildir ve daha ziyade şekil ve içerik bakımından Arap müziği olarak nitelendirilmelidir. Elbette, özellikle modern eserleri son derece ilginç ve çekici olan kendine özgü bir Türk müziği vardır ve bu müzik, modern batı müziğine birçok noktalarda benzer. Bu olgu Hindemith ve Amar gibi Avrupa kökenli musica viva takipçilerinin, neden Türk meslektaşları ve öğrencileri ile çabucak anla­şabildiklerini açıklayacaktır.








ÇALIŞMALARIMIZ BAŞLIYOR
Gelişimizden hemen sonra, akademik çalışmalarımıza başlamadan önce iki sorunun halledilmesi gerekiyordu: Uygun bir ev bulabilecek miydik ve çocuklarımızı hangi okula gönderecektik?
Ev bulma işi İstanbul'da ve Ankara'da da o zaman oldukça kolay halledildi. Daha birkaç hafta geçmeden çoğumuz uygun ve genellikle iyi semtlerde daireler bulmuştuk. Almanya'ya kıyasla kiralar da düşüktü.
Çetin olan, okul sorunu idi. Başlangıçta Röpke'nin ve bizim çocuklar özel ders aldılar. Öğretmenleri daha önce Augsburg'da lise öğretmenliği yapmış ve bir Türk mühendisle evli olan Bayan Kudret Hakkı idi. Sonra, çocuklarımızı önceleri iyi ders gördükleri Alman Lisesi'ne gönderdik. Fakat birkaç yıl sonra sürekli ilerleyen nasyonel-sosyalist «ruh» okullara da sıçradı ve biz Hollandalı arkadaşlarımız Goemans'larla birlikte (Röpke'ler Türkiye'yi terketmişler ve okul sorunundan kurtulmuşlardı) ço­cuklarımızı Alman Lisesi'nden almaya karar verdik. Oğlumuzu Fransız okuluna sokma deneyi başarısızlığa uğradıktan sonra onu, içindeki öğ­rencilerin küçük bir azınlığı «gerçek» İngiliz olan «High School for Boys»a yazdırdık. Biraz da bu nedenle ve sempatik müdürü Mr. Peach'in tüm uğraşlarına rağmen okulun genel düzeyi düşüktü. Mr. Peach, yetenekli fakat çok çalışkan olmayan oğlumuz Matthias'ı hemen, daha çok rekabet göreceği bir yere göndermemizi tavsiye etmişti; ancak bunu söylemesi kolaydı. Savaşın sonunun yaklaştığı günlerdeki koşullarda, oğlumuz High School'u bitirip, başarıyla verdiği «Immatriculation» (kayıt) sınavı saye­sinde teorik olarak London School of Economics'e gidebilecek duruma geldiği halde, elimizde onu Bebek'teki Amerikan Koleji'ne göndermekten başka çare yoktu. Orada, ona savaştan sonra Amerika'da yüksek tahsil yapma olanağını veren «B.A. degree»sini yaptı. «Harvard Business School»da M.A. derecesini hayli güçlükten sonra başardı. Birçok mülteci çocuğunda olduğu gibi onun da Amerika ikametgahının kısa süreceğini sanmıştık; ne gezer, oğlumuz «for good» (ebediyen) orada kaldı.
Matthias'tan dört yaş küçük olan kızımız Veronica da öğrenimine Almanca özel dersle başladı. Dobretsberger'in kızı Sissy ile birlikte, görevini büyük sevgi ve enerji ile yerine getiren Bayan Isaac'tan ders alıyordu, iki, üç yıl sonra o da «doğru dürüst» bir okula gitmek zorunda kaldı. Bu, hem öğrenci ve öğretmenler hem de dersin içeriği ve dili açı­sından İngiliz-Türk karışımı bir okuldu. Daha sonra Veronica, benzeri karakterde bir High School'a gitti ve Almanya'ya dönmemizden hemen sonra lise diplomasını alıp, Heidelberg, Paris ve Münih'te psikoloji öğrenimini tamamladı. Ağabeyi gibi yüksek öğrenimini Amerika'da yapma arzusunu, onu da «Yeni Dünya»da kaybetme korkusu ile geri çevirmiştik. Fakat, daha sonra «kısmet»in ne demek olduğunu, yani kadere karşı savaşmanın ne kadar beyhude olabileceğini öğrendik. Kızımız bir Münih Faşingi sırasında, babası Harvard Üniversitesi'nde mimari profesörü olan bir Amerikalı ile tanıştı ve birkaç yıl sonra evlendi. Ve sonuç olarak, iki çocuğumuz ve altı torunumuz olduğu halde onları çok ender görebi­liyor olmamızı Hitler'e borçluyuz. Torunlarımız Almancayı ya hiç ya da çok az konuşabilen «hakiki» Amerikalı oldular. Çocuklarımız ise hamdolsun ana lisanlarını unutmuş değiller.
Çocuklarımızla olan deneyimlerimizi etraflıca anlatmanın nedeni, on­ların Türkiye-mülteçilerinin çoğunluğunun kaderi için tipik olmasından­dır. Alman dili konuşan anne-babası olan çocukların temelli Türkiye'de kaldıklarını gösteren hiçbir örnek tanımıyorum. Onların çoğu er veya geç ABD'ye gittiler ve orada, genellikle babaları gibi, Amerikan yüksek okullarında yüksek yerlere geldiler.
Türkiye'de mesleki açıdan karşılaştığımız zorluklar başka türdendi, ilk önce nerede, ne zaman ve nasıl ders vereceğimizi öğrenebilmemiz için müstakbel meslektaşlarımızla tanışmamız gerekiyordu, ilk buluşma top­lantımızı 1933 Ekim'inde, ünlü büyük Pera caddesi (Türkçe adı «istiklal Caddesi») üzerindeki Tokatlıyan Otel'inde yaptık. Belli bir ürkeklikle beklediğimiz bu ilk görüşmeye benim ve Röpke'nin dışında (diğer Alman iktisatçıları henüz gelmemişlerdi) Türk tarafından, bize asistanlık yap­maları düşünülen, Ömer Celal Sarç ve Muhlis Ete katıldılar, ikisi de Almanya'da doktora yapmışlardı. Ana dilimizi hemen hemen kusursuz konuşuyorlardı ve iyi birer iş arkadaşı olduklarını çok geçmeden ispat ettiler. Aralarında sadece şöyle bir nesnel fark vardı: Ete doçent, Sarç ise ekstraordinaryüs idi. Sarç Röpke'ye, Ete bana verildi ve her ikisi de bir süre için bize tercümanlık da yaptılar.
Bunlardan başka bir dizi Türk memur profesör vardı; onlardan biri olan Şükrü Baban bu ilk görüşmeye katılmıştı. Bizden epeyce yaşlı olan Baban, başlangıçta üniversite reformuna kesin karşı tavır alanlardandı. Onun müstakbel Alman meslektaşlarına pek iyi gözle bakmamasını, öğ­reniminin büyük bir bölümünü Fransız İsviçre'sinde yapmış ve onların dilini ve kültürünü benimsemiş olmasında arayabiliriz. Ancak uzun bir süre sonra Baban ile normal meslektaşlık ilişkileri kurabildim; özellikle Türkçe dilini öğrenmemde ondan çok yararlandım. Baban iyi bir stilist ve gazeteci idi, yaşı epey ilerleyene kadar bir büyük gazetede yazılar yazdı, radyo konuşmaları yaptı ve kırklı yıllarda İstanbul Üniversitesi'nde bir Gazetecilik Enstitüsü kurulduğunda onun müdürlüğüne getirildi. Onun mesleki bilgileri daha ziyade Fransızca dilinde yazılmış sıradan bazı ders kitaplarından ve devamlı takip ettiği «Gazette de Lausanne»dan kay­naklanıyordu. Kötü olmayan, hatta neşesi yerindeyse fevkalade bir eğit­mendi. En çok ilgisini çeken konu, benimle değişerek verdiği, iktisadi düşünce tarihi dersi idi. Her zaman yakasında kırmızı karanfil ve göğüs cebinden sarkan mendili ile gezen, ince, şık bir adam olan ezeli bekar Şükrü Baban, nükteli alayları yüzünden meslektaşları ve öğrencileri tarafından hem korkulur hem de eğlendirici bir konuşmacı olarak sevi­lirdi.
Başka bir ordinaryüs ile epey sonra ilişkiye geçebildim: Daha önce bahsettiğim maliyeci İbrahim Fazıl Pelin. Özel dallar için ayrıca iki eks-traordinaryüs daha vardı. Bunlardan biri sosyolog Ziyaettin Fahri Fın-dıkoğiu idi. Türk yüksek okullarında o zamanlar genel olarak hüküm süren eğilime uygun olarak Fındıkoğlu'nun temsil ettiği sosyoloji de - birkaç ilginç nüans dışında - Fransız öncülerinin, özellikle Durkheim'ın, izinde gidiyordu. Bu nedenle Rüstow ile Kessler'in dersleri memnuniyetle karşılanan birer tamamlayıcı olmuşlardı. Ayrıca benimle birlikte çalışan Sabri Ülgener de Almanca dilini bilmesi nedeniyle, Sombart'ın ve özel­likle Max Weber'in kitaplarını tanıyordu.
İktisat tarihi dersi ilk planda Doğu ülkelerinin - genç ekstraordinaryüs - Ömer Lütfi Barkan tarafından iyi bir şekilde temsil ediliyordu. Barkan, yaptığı yoğun belgesel çalışmalar sayesinde, ilginç ve değişken Osmanlı İmparatorluğu tarihini hem politik hem de ekonomik açıdan oldukça iyi tanıyordu ve yaptığı bir dizi titiz ve orjinal çalışmaları ile adı ülkesi dışında da anılır olmuştu.
Zamanla sayıları gitgide artan bir Türk genç elemanlar grubu - daha ziyade doçentler ve az olarak da ekstraordinaryüsler - oluşmaya başladı. Buna karşılık savaşın bitimine dek sadece bir tek yeni Türk ordinaryüs yanımıza atandı. Otuzlu yılların sonunda gelen bu kişi Hazım Atıf Ku-yucak idi. Görgülü, iyi kalpli ve fakülte içinde uyum sağlamaya uğraşan Kuyucak, aynı zamanda bir yabancı petrol şirketinde danışman olarak çalıştığından pratik ekonomik bilgilere sahipti. Savaş süresince «Coor-dination Commitee»sinin «executive secretary»si olarak etkin bir pozis­yonu vardı. Tüm diğer Türk meslektaşlarından farklı olarak Kuyucak ABD'de öğrenim yapmıştı. Ve bundan yola çıkarak derslerini o zamanlar çok kullanılan Amerikan «text book»lara dayanarak veriyordu. Kendi­sinden pek bir şey katmamasına rağmen dersleri pedagoji acısından ba­şarılı idi. Yaşlı meslektaşların belki de en cana yakını olan Kuyucak'ın aramızdan daha genç yaşta ayrılmasına hepimiz gerçekten çok üzül­müştük.
Diğer yandan, Alman profesörlerin girişimi ile bundan sonra gelecek - çoğunlukla asistanlardan oluşan ve Türk olan - bütün doçentlerin Alman örneğine uygun bir doçentlik sınavından geçirilmeleri kararlaştırıldı.
Bu yenilik, üniversite iç düzeni reformunun - en acili olmasa da bir sorunu idi. Herşeyden önce üniversite idaresi ile hükümet arasındaki ilişkilerin açıklığa kavuşturulması, eski kayıtsızlık ve ihmalciliğe geri dönülmesini önleyecek tedbirlerin alınması gerekiyordu. Bütün bunların gerçekleştirilmesi, üniversitedeki ilk yılımızın büyük bir kısmını aldı ve toplantılarda Türkçe konuşulduğu için biz yabancıların epey sıkıntı çek­mesine sebep oldu.
1934 başından itibaren Cemil Bilsel'in üniversite rektörlüğüne geti­rilmesi, bizim için büyük bir şanstı. Büyük bir görev bilinci ve enerji sahibi, davranışları ile tüm üniversite üyelerine Örnek olan Bilsel, mes­lekten hukukçu idi. Reformdan önce bazı profesörler görevlerini ciddiye almazlarken bu durum Bilsel'in yönetimi altında kısa sürede değişti. Elbette, başlangıçta bazı Türk ve yabancı profesörler rektörün, sınırsız akademik özgürlük ilkesini çiğneyerek (bu ilkenin geçmişte sık sık kö­tüye kullanıldığını da söylemek gerekir), onların düzenli ve zamanında derslere gelip gelmediklerini kontrol etmesine, bu amaca uygun olarak bir yoklama listesi tutturmasına ve benzeri şeylere öfkelenmişlerdi. Fakat Bilsel'in, hergün saat 9'da çalışma odasında bulunabilir olması, bütün önemli şeylerle bizzat ilgilenmesi, kamuya açık konferans dizileri ve İstanbul dışında düzenlediği «Üniversite Haftaları» ile geniş bir kamu­oyunun ilgisini üniversite üzerine çekmeye çalışması, bütün bunlar tüm öğretim heyetini etkiliyordu.
İlk bir, iki yıl içinde özellikle tıbbiyeliler arasında görülen bazı kişi­sel sürtüşmeleri dikkate almayacak olursak, Alman dili konuşan profe­sörlerin başlangıçta karşılaştıkları en büyük zorluklar uygun yer ve dil sorunları idi. Bunların zorluk derecesi fakülteden fakülteye değişiyordu.
Tabii ki, nicel ve nitel bakımdan yeterli derecede yer sağlanması en başta tıp ve fen bilimcileri için hayati idi; onlar için diğer dallara kıyasla dil sorunu çok daha az bir önem taşıyordu. Varolan hastane ve ensti­tüler genişletilmeden ve çok yerde yenileri inşa edilmeden istenilen mo­dern kapsamlı, teorik ve pratik derslerin gerçekleştirilmeleri olanak dışı idi. Daha çok tecrübeli olan yabancı profesörler, yeni binaların ve tesis­lerin planlanmasında önemli rol oynadılar. Bu planların uygulanmasında tabii o kadar etkin olamadılar. Kökü geçmişte yatan bir sürü bozukluk hala var olduğundan ve yapı işlerini üstlenen müteahhidlerin kullandık­ları adi yöntemler yüzünden bu konuda epey sorun çıktı. Karşılaşılan zorluklara küçük ama tipik bir örnek verelim: Restore edilen patoloji enstitüsünün müdürü hiçbir elektrik tesisatının çalışmadığını hayretle tespit etmişti. Bir süre sonra anlaşıldı ki, işi yapan müteahhid «tasarruf» amacıyla sadece prizleri, gösteriş olsun diye yerleştirmiş, fakat gerekli elektrik kablolarını çektirmemi§ti.
İktisatçılar, hukukçular ve Felsefe Fakültesi üyeleri için, maddi harcama olarak, ön planda kütüphanelerin kurulması veya geliştirilmesi geliyordu. Başlangıçta bu konuda hem nicel hem de nitel bakımdan ya­pılması gereken çok şey vardı, Çünkü, özellikle dergiler uluslararası standart açısından son derece yetersizdi ve üstelik genellikle Fransa ve Türkiye'ye yöneliktiler. Hemen, ilk başta İngilizce ve Almanca kaynak­ları sağlayarak çok taraflı bir genişletme işine giriştik. Bu hedef için bize nispeten büyük miktarda para ayıran Türk makamlarının anlayışlı yaklaşımı sayesinde ve «ırki» veya politik nedenlerle Hitler Ahnanyası'nda tehdit altında bulunan ve memnuniyetle yurtdışı ilişkileri arayan birkaç Alman firmasının özel gayretleriyle oldukça kısa bir zamanda kitaplıkları bilimsel çalışma yapmamızı ve öğrencilere dalımızdaki en yeni araştırmaları aktarabilmemizi sağlayacak bir düzeye getirebildik, iktisadi ve sosyal bilimler kitaplığının kurulması, genişletilmesi ve idari islerinin ayarlanmasına özellikle Gerhard Kessler değerli katkılarda bulundu. Tıb­biye kitaplığında bir Alman mülteci, Sonja Tiedcke (daha önce adı geçen Türk sağlık bilimcisi Muhiddin Erel'in baldızı) çalışıyordu. Ayrıca, sava­şın başladığı sıralarda kitaplık sorunları uzmanı olarak Walter Gottschalk İstanbul Üniversitesi'ne çağrıldı, ki kendisi ayrıca kütüphanecilik dersi de verecekti. Daha önce Prusya Devlet Kitaplığının Yakın Doğu Bölümü’nde çalışmış bir kişiden bekleneceği üzere Gottschalk, branşının usta bir uzmanı idi. Savaş bittikten sonra Frankfurt'a gitti.
Başlarda hukukçular ve iktisatçılar için fakültede ders yeri ve ça­lışma odası konusunda sorun olmadı. Hukuk Fakültesi (ve ayrılmasından sonra İktisat Fakültesi) «eski İstanbul’da Beyazıt Meydanı’ndaki eski, büyük bir binadaydı. Bu bina, evvelce, Birinci Dünya Savaşı dolayısıyla Almanya'da da tanınan Milli Müdafaa Bakanı Enver Paşa'nın da ma­kamının bulunduğu Milli Müdafaa Bakanlığı’na aitmiş. Arkadaşların an­lattığına göre, Enver Pasa şıklığın, despotluğun, atılganlığın ve gad­darlığın damgasını vurduğu bir insan, «Almanya'nın büyük dostu» (K. Okay'ın onu hakkındaki monografisinin başlığı) olarak tanınırdı, fakat ne strateji ne de politikacılık açısından eline su dökemeyeceği Atatürk'ün kararlı bir muhalifi idi ve o nedenle Cumhuriyet kurulmadan önce ülkeyi terk etmişti.
Bina ilk bakışta bir üniversite için pek uygun gözükmüyordu, ama biraz daha yakından inceleyince biz yabancı profesörlerde, belki biraz alışılagelmişin dışı fakat mükemmel olan bir yere yerleştirildiğimiz hissi uyanmaya başladı. Eski moda bir haşmet, odaların yüksekliği ve büyük­lüğü, tavanların güzelliği, dev mermer merdivenli aydınlık avlu, bütün bunlar tarihi geçmiş ve asalet izlenimi yaratıyorlardı. Yirmi-otuz metre ötesinde yüksek bir yangın kulesi vardı; oradan şehir uzaklara kadar seyredilebiliyordu, ki bu nöbetçilerin yangının yerini hemen tespit ede­bilmeleri için gerekliydi. Bu yangınlar bizim zamanımızda, tablomsu ah­şap evler taş ve beton konutlara nazaran çoğunlukta olduğundan, ola­ğanüstü birşey değildi.
Tamamiyle yabancı olduğumuz dil, yer sorunundan daha büyük bir zorluktu. Türkiye'ye gelişimden yirmi yıl kadar önce, daha okula gider­ken, şans eseri Türkçe dili ile ilk defa ilişkim olmuştu. Bu 1916 yılında, yani Birinci Dünya Savaşı sırasında idi. Türk askeri müttefikimizdi ve Almanya'da uzak dostumuz için tutkunluk, coşkunluk yaratabilmek umu­duyla her türlü olanak kullanılıyordu. Hatırladığım kadarıyla kısmen bu propaganda yüzünden, kısmen ama - utanarak itiraf etmek zorundayım - o zaman Türk güreşçilerine karşı duyduğum hayranlık yüzünden, biraz da okuduğum değersiz Kari May romanları nedeniyle bana sır dolu ve çekici gelen bu ülkeye gitmeye karar vermiştim. Bu belirsiz seyahate hazırlık olarak Türkçe öğrenmek üzere bir «Metula Lisan Klavuzu» satın almıştım. Bu kitap, eski arap alfabesi temeli üzerinde - ki o zaman Türkçe de Arap harfleriyle yazılıyordu - sözüm ona o dilin başlangıç esaslarını öğretiyordu. Fakat, o kitapla biraz uğraştıktan sonra, bu karmaşık ve tanıdığım dillerin hepsinden çok farklı olan lisanın en elemanter şeklini bile öğrenemeyeceğimi çok geçmeden anladığımı itiraf etmeliyim.
Sonra 1933 yılı geldi dayandı. Bizi istanbul'a getiren gemide ilk defa bir Türk ile tanıştım. Ona günlük yaşamda en çok kullanılan «lütfen», «sağol» gibi kelimelerin ve sayıların Türkçe karşılığının nasıl olduğunu sormuştum. Dört gün süren seyahat boyunca «teşekkür ederim» deme­sini bile öğrenemediğimde, daha doğrusu ezberlemeyi beceremediğimde içine düştüğüm ümitsizliği bugünkü gibi hatırlıyorum. Hele, gemi arka­daşımın Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olduğu halde «gerçek» Türk değilde Ermeni olduğunu, ana lisanının Türkçe ile hiçbir alakası olmadığını ve bütün kültürlü Ermeniler gibi Fransızcayı Türkçeden daha iyi konuş­tuğunu öğrenince şaşırıp kalmıştım.
Türkiye nüfus kütüklerinde olduğu gibi vatandaşlık, milliyet ve din arasında kesin bir ayrım yapılan hiçbir ülke tanımıyorum. Birincisine göre Türk olunuyor. Din konusunda müslümanlar (toplam nüfusun yüzde 95’inden çoğunu oluşturuyorlar), katolikler, protestanlar, Yunan orto-doksları, Yahudiler ve dinsizler (dinsiz aynı zamanda «Allahsız» anlamına da geliyor) arasında ayrım yapılıyor. Milliyetler ise şöyle: Dar anlamda Türkler («Osmanlı»), Yunanlı («Rum»), Ermeni ve Yahudi («Musevi»). Türkiye'deki Yahudilerin çoğunluğu İspanyol yahudileridir. Bunlar 1492 İspanyol Yahudi Takibatı sırasında Türkiye'ye kaçanların soyundandı (müslümanlar yüzyıllar boyu toleranslı idiler), İspanyol yahudileri be­nim orada bulunduğum sırada bile aralarında çoğunlukla eski bir İspan­yolca dilinde konuşuyorlardı. Sadece kendi aralarından kişilerle evlenir­lerdi ve onlara özgü gelenekleri vardı; ama Türkiye'yi kendi yurtları olarak seviyorlardı.
Bir de nüfus kütüklerinde olmasa bile konuşma dilinde kullanılan «dönme» tabiri vardır. Bu terim ile islam dinine geçen, ama hala «kendi aralarında kalan» (kanunca bu iddia gerçeklere uymuyor) ve eski dini inançlarını tamamen bırakmayan Yahudiler ifade edilmektedir, İspanyol Yahudilerinin tersine bir «dönme», hele eğer Osmanlı bir aileden evlenerek sözüm ona «karışım» veya asimilasyon eğilimi ispat ederse, yüksek ve en yüksek devlet makamlarına kadar çıkabiliyordu. Üniversite meslek-daşlarım arasında böyle çok kişi vardı ve daha önce adı geçen Rüştü Aras - Atatürk'ün dışişleri bakanı - bile söylendiğine göre onlardanmış.
Daha önce de belirttiğim gibi, iş anlaşmalarımızda Türkçe öğrenmeyi ve dalımızda en az bir ders kitabı yazmayı taahhüt etmiştik. Fakat Türk makamları centilmence davranarak bu yükümlülükleri katı bir şekilde ele almıyorlardı - bu özellikle birincisi için geçerliydi - ama yine de on­lara uymak için ne kadar uğraş verirsek o kadar memnun oluyorlardı.
Röpke ile ben, ki hemen hemen aynı günde İstanbul'a gelmiştik, hiç beklemeden bize Türkçe diline giriş yaptıracak bir öğretmen aramaya başladık, şansımız yaver gitti ve Almanca-Türkçe sözlüğün yazarlarından biri olan (diğeri İstanbul Alman Lisesi'nde öğretmen idi) İlhami Şevket adındaki değerli eğitmeni bulduk. Belki bazı okurlar, öğretmenimizin ana dilini çok iyi konuştuğunu özellikle belirtmiş olmama şaşacaklar. Bu başlangıçta bize de şaşırtıcı ve anlamsız gelmişti, çünkü tanıdıklarımız üstelik meslekdaşlarımız bile bir diğeri hakkında, o iyi Türkçe bilmez, hatta o kötü Türkçe bilir şeklinde konuşabiliyorlardı. Zamanla böyle eleştirilerin, çoğu abartma olsa bile genellikle isabetli olduğunu anladık. Bu, bir yerde, yeni neslin, babaları gibi seviyeli ve tam doğru bir Türkçe konuşmamasından ileri geliyordu. Bu bir taraftan acele uygulanan dil reformundan ve diğer taraftan Arapçanın artık okullarda zorunlu ders olarak okutulmamasmdan kaynaklanıyordu (Arapçanın Türkçe dilindeki işlevi, Latince'nin Batı Avrupalılar için olan önemi ile kıyaslanabilir).
İlhami Şevket ile yaptığımız ve haftada iki, üç saatimizi alan ders üç-dört ay sürdü. Bir gramatik kitabı ve bir sözlük satın almıştık ve elimizden geldiği kadarıyla kendimizi derslere hazırlıyorduk. Fakat Türk­çe öğrenmek ile örneğin Fransızca ve İngilizce öğrenmek arasında dağlar kadar fark olduğunu çok geçmeden üzülerek tespit ettik. Bu diller için, hatta İtalyanca, İspanyolca ve Portekizce için başlıca Latinceden gelme bir dayanak vardır; Türkçe için güvenebileceğimiz hiçbir dayanak yoktu. Fransızcadan alınmış bazı yabancı kelimelerin dışında tanıdığımız dillerde özdeşini anımsatabilecek hemen hemen hiçbir kelime yoktu. Mnemoteknik'te fazla yararlı olmuyordu ve Almancaya benzer bir kelimeye rastladığımızda onun bambaşka bir anlamı olduğunu görüyorduk. Örneğin Almancada, fakirlik («Armut») Türkçede armut, melek («Engel») engel ve takvim («Kalender») kalender anlamına geliyordu ve başlangıçta sadece «kahve» ile «şeker»in ne demek olduğunu doğru dürüst biliyorduk. Eğer Arapçanın ve Farsçanın esaslarını tanısaydık işimiz epey hafifle­yecekti. En azından ben, kelimelerin - isim, sıfat veya fiil olsun - arap-saçı gibi karışık durumda da olsalar, birbirleri ile hısım olabileceklerini kavrayana kadar uzun zaman geçti. Örneğin aşağıdaki kelimeler arasında dil açısından ne gibi bir ilişki olduğunu, bir yabancı değil birinci veya ikinci, üçüncü bakışta görmekte zorluk çeker: «istihsal» ve «müstahsil»; «kâtib» ve «kitap»; «lâzım» ve «elzem».
Gramatik de aynı derecede zor idi, hele insan daha önce Latince ile hiç ilgilenmemişse. Türkçede bağlaçlı yantümce pratikte hiç kullanılmı­yor, onların yerini çok sayıda sıfat fiil konstrüksiyonları alıyor, ki bu da özellikle resmi dilde olduğu gibi, uzun cümlelere yol açıyor. Buna karşılık «aglütinasyon» (ekleme) ve ses uyumu kuralları basit ve anlaşılır ve eğer insan dilin ruhunu kavrayabilirse, fiillerle «oynama» sanatı oldukça mantıki ve kullanışlı. Bir örnek: «yazıyorum» (leh schreibe), yazmıyorum (leh schreibe nicht), «yazılmıyor» (es wird nicht geschrie-ben) «yazabiliyorum» (leh kann schreiben), «yazamıyorum» (leh kann nicht schreiben) «yazılabilir» (Es kann geschrieben werden), «yazılamaz» (es kann nicht geschrieben werden), «yazdırıyorum» (leh lasse schrei­ben) vs.
Dil öğrenme uğraşımında ben de herkes gibi birçok dönemden geçtim. Birinci dönem: insan genç, iyi bir hafızası var, yabancı dil öğrenmek için genel olarak yetenekli ve bundan çıkarak yabancı dil üzerine temel bilgiler edinme konusunda iyimser. İkinci donem: Kelime ve gramatik açı­sından karşısında duran zorluğun büyüklüğünü kavrıyor ve «mutfak-türkçesi»nden («Pidgin-İngilizcesi» ile kıyaslanabilir) daha fazla birşey öğrenemeyeceğim diye ümitsizliğe kapılıyor. Üçüncü dönem, ki buna her­kes erişemiyor: Yavaş yavaş doğru ifade şekli için bir duyarlık ve cümle yapıları için bir şıklık ve mantıklılık anlayışı kazanıyor -bu ikincisi, özellikle benim gibi (herhalde Thomas Mann gibi yazarların etkisiyle) kendi anadilinde de uzun ve karışık cümleler kurmaya eğilimli kişiler için geçerlidir. Herneyse, İlhami Şevket ile yaptığımız, kısa süren fakat yoğun derslerden sonra, öylesine konuşmayı, gazete okumayı ve en başta Türk asistanlarım ve meslektaşlarımla dil sorunları üzerinde tartışmayı denedim. Böylelikle, yarım yıl içinde, en azından taksi şoförleriyle, satı­cılarla, posta memurlarıyla vs. anlaşabilecek duruma geldim. Bir yıl sonra ise sözlü sınavlarımı artık tercümansız yapabiliyordum; tabii o dilde herşeyi ifade ettiğim anlamına gelmez, ama hiç olmazsa (yavaş ve açık konuştukları sürece) öğrencilerin cevaplarını anlayabiliyordum.
Peki, derslerde ve seminerlerde ne yapıyorduk? Burada aynı zaman­da asistanlarımız olan tercümanlara uzun süre ihtiyacımız oldu, ki bu tercümanlık işinde doçentler de yardımcı oldular. Ancak bunların kesin­likle hepsi tam çeviri yapabilecek kadar Almanca bilmiyorlardı, daha çok Fransızca, - ya da daha ender - İngilizce anlıyorlardı. İş arkadaşlarımız Sarç ve Ete Almancayı tam olarak anlayıp konuşabildiklerinden, Röpke ve ben başlangıçta epey rahat ettik. Ne var ki, bir müddet sonra yüksek okul öğretim üyesi olarak uzun süre tercümanlık görevi yapamıyacaklarını - ki bunu anlayışla karşılamak gerekirdi - ortaya koydular ve böy­lece artık bize gönderilen tercümanın dil bilgisine göre derslerimizi bazen Almanca, bazen Fransızca ve bazen, de İngilizce vermek zorunda kaldık.
Bu iş, çoğumuz için, ek bir yük-görev olmaya başlamıştı. Yavaş yavaş Türkçeyi anlamaya başlayınca şu acı gerçeğin bilincine vardık: Çeviriler için uzun zaman harcanması bir yana (anlatılacak şeyler önce Almanca, Fransızca veya İngilizce ve daha sonra Türkçe tekrar edildiği için ders zamanı zarfında istediklerimizin ancak yarısını söyleyebiliyorduk), aynı zamanda incelikler ve nüans farkları da kayboluyordu. Ay­rıca bazı tercümanlar önemli hatalar yapıyorlardı, bunları ya kibarlık ya da yeterli Türkçe bilgimiz olmadığı için düzeltemiyorduk. Kısacası, bu çeviri sistemi yavaş yavaş bir işkence olmaya başlamıştı.
Bunun üzerine benim için yapacak iki şey kalmıştı: Ya, yapılan kaba çeviri hatalarının sıkıntısını çekmemek - ve öğrencilere de çektirmemek
için öğrenmiş olduğum biraz Türkçeyi unutmaya çalışacaktım, ya da tüm gücümle, en kısa zamanda tercümansız ders verebilecek kadar Türk­çe öğrenmeye girişecektim. Birincisini tartışmaya dahi gerek duymadı­ğımdan ikinci yolu seçmek zorundaydım. Sonuç: Her ne kadar hazırlıklar sırasında meslektaşlarımın tavsiyelerine daha uzun süre ihtiyacım olduy­sa da, iki yıl kadar sonra ders ve uygulamalarımı tercümansız yapacak duruma geldim. Ders kitaplarına, dergi makalelerine vb. gelince; ilk yıl­lar sırasında onları -orjinallerini Almanca veya Fransızca yazarak- bir asistana veya doçente tercüme ettiriyordum. Sonraları yavaş yavaş çevi­rilerin doğruluklarını kendim kontrol etmeye bağladım. Ve nihayet beş yıl kadar sonra, meslekdaşların da desteğiyle, yayınlarımdan bir bölü­münü doğrudan doğruya ülke dilinde yazabiliyordum.
Derslerin tatmin edici olmayan çevirileri üzerindeki görüşüme diğer bütün Alman meslektaşlar katılmıyordu. Örneğin, Nissen hatıralarında çeviri yönteminin «profesörler ve öğrenciler için aynı derecede hoşnut edici» olduğu görüşünü ileri sürüyor. Burada üç noktaya değinmek ge­rekiyor: ilkin, fen ve tıp derslerinde üslub incelikleri hiçbir zaman sosyal bilimlerde olduğu kadar büyük rol oynamıyorlardı, ikincisi profesörlere dağıtılan tercümanlar oldukça farklı derecede yetenekli olabiliyorlardı. Ve üçüncüsü, çevirilerdeki eksik ve pürüzleri saptayabilmek için yabancı lisana büyük ölçüde vakıf olmak gerekiyordu. Başlangıçta doğal olarak hiçbirimiz, sınavdaki bir öğrencinin ana dilinde anlattıklarının şöyle böyle akla yatkın mı yoksa saçma sapan şeyler mi olduğunu anlayacak durum­da değildik. Bu ilişkide o zamanki asistanım Muhlis Ete'nin, bir öğren­cinin cevabını bana tercüme ederken fısıltı halinde şunu ilave ettiğim hatırlıyorum: «Sanmayın ki bu söylediklerim öğrencinin anlattıklarına uygun bir çeviridir; çünkü onun söylediklerini Almancaya aktarmaya muktedir değilim.»
Tüm meslektaşlar zor bir yabancı dili nispeten kısa bir zamanda iyi bir şekilde öğrenebilmeye -örneğin Arndt, E. Hirsch, birçok filolog ve fen bilimcileri veya Reuter ve ben gibi- aynı derecede yetenekli de­ğillerdi. Ben şu ilginç tecrübeyi edindim: Yabancı dil bilgisi açısından, genel olarak yabancı dil öğrenme konusunda yeteneksiz olanlarla, çok yetenekli olanlar arasında gözetilecek ayrımdan başka, bu ikinci grubu da ikiye ayırmak gerekiyor: Türkçe konuşmayı Fransızca ve İngilizce kadar çabuk ve kolay öğrenenlerle, bu iki dili iyi bilmelerine rağmen Türkçe konuşma ve yazmayı beceremeyenler. Tabii kabul etmek gerekir ki, tek tek meslekdaşların verdikleri uğraş da farklı idi. Örneğin, Röpke Türkiye'de uzun süre kalmayacağını erkenden anlaması nedeniyle, ülke dilini öğrenme konusunda meraklı değildi. Fransızcaya ve özellikle İngilizceye tam olarak hükmeden Röpke, Türkçe öğrenmeye yeteneksiz oldu­ğundan, çok isteksizdi. Bu, Rüstow için daha da çok geçerli idi. Kessler ile Isaac ise dil öğrenmek için samimi bir şekilde uğraştılar, fakat ona tamamen vakıf olma zevkini tadamadılar. Yine de Isaac, Kessler'in ak­sine derslerini ülke dilinde vermeyi başarabildi.
Sınavlarda ve derslerde öğrencileri ile doğrudan doğruya dil bağı kuramayan arkadaşlar, tamamen tercümanların eline bakmak zorunday­dılar. Bu durumda, tercümanlar (yeterli) Almanca bilmediklerinden pro­fesörlerin yarıdan çoğu üçüncü bir lisana başvuruyorlardı. Bizim zama­nımızda bile Alman profesörlerin çoğu Fransızcaya nazaran çok daha iyi İngilizce biliyorlardı. Ancak Fransızca o zamanlar, bütün doğu ülkele­rinde ve Türkiye'de kullanılan yabancı diller arasında «langue dominante» (hakim dil) idi ve yüksek tabaka mensupları tarafından Almanları kıs­kandıracak ölçüde iyi konuşuluyordu. Buna karşılık İngilizce çok az yay­gındı. Bütün bunlar kısmen, - kısmen, çünkü ayrıca politik-sosyolojik faktörler de rol oynuyordu - özellikle İstanbul'un, İngiliz ve Amerikan okullarına nazaran, Fransız okulları tarafından çok daha yoğun beslen­mesinden ve orada bir de Alman Lisesi bulunmasından kaynaklanıyordu. Fakat savaştan sonra bu durum İngilizcenin lehine gelişti. Kanımca bu konuya büyük Fransız roman edebiyatı ve Fransız dilinin mantık ve açıklık temeline dayanan eğiticileri açısından bakarsak, üzücü bir geliş­medir.
En genel bakımdan dil sorunlarının, daha doğrusu ondan çıkan zor­luklara iktisat teorisi açısından bakarsak «social costs» (sosyal mali­yetler) hanesine yazılmaları uygundur. Sonraları kendilerini «iç ilticanın» temsilcileri olarak nitelendirenler (Frank Thiess) bu noktayı göz ardı ediyorlardı. Benim kişisel görüşüme gelince; bu ülke dilinin öğrenilmesini mutlaka gerekli buluyorum, çünkü ancak bu yoldan halk ve idari ma­kamlar ile yakın ilişki kurabilir, meslekdaşlarım ve öğrencilerim ile doğ­rudan anlaşabilir, ve ileriki yıllarda yüksek bürokrat çevreleriyle yakın ilişki içinde olabilirdim, ki bu memurlar yabancı dil bilseler de, onlarla anadilinde konuşulduğunda duydukları memnunluğu her zaman dile geti­rirlerdi. Gazete ve radyo röportajları için de ufak tefek hatalarıyla bir­likte Türkçe konuşabilir olmak - şart olmasa bile - yararlı idi. Diğer yan­dan, ülkenin iktisat ve maliye politikasını etkilemeyi arzulayanların yasa­ları, yönetmelikleri vs. orjinal dilinde okuyabilmeleri hayati önem taşı­yordu. Bu, gazete yazılarının okunması veya reform tekliflerinin doğrudan formüle edilmesi için de geçerli idi.
Zamanla Türk dilini sevmesini öğrendim ve şimdi onu tamamen unut­mamaya çalışıyorum. Bunu okuyarak ve sık sık Türkiye'yi ziyaret ederek biraz başardım sayılır. Yalnız, «dışardaki» bir bakıma büyük zorlukla karşılaşıyor: Türkçe son yirmi, otuz yıl içinde büyük değişmelere uğradı. Atatürk'ün reform çabaları sayesinde bizim zamanımızda şekillenmeye başlayan, fakat bu arada alanı ve hızı artan değişmeler.
Cumhuriyetin kurucusunun amacı, değinildiği gibi, okumuşlarla, nü­fusun büyük bir kısmı, yani köylü tabakaları arasındaki dil duvarını ortadan kaldırmaktı. Bu çabaların sonucu, daha otuzlu yılların sonunda, İstanbul Üniversitesi’nde (herhalde ülkenin diğer yüksek okullarında da) Milli Eğitim Bakanlığı’nın talimatlarına göre mümkün olduğu kadar çok eski Türkçe kelimeye yeni Türkçe -Anadolu köylüsünün de anlayabile­ceği - karşılık bulmakla görevlendirilen dil komisyonları kuruldu, İktisat Fakültesi «Terim Komisyonu» Üyeliğine seçilmem benim için bir şerefti. Bu komisyon eski iktisat terimlerinin «Türkçeleştirilmesi» ile ilgilene­cekti. Gerçekten de, hukuk ve iktisadi bilimler alanında, anlaşılır Türkçe karşılığı bulunabilen çok sayıda Arapça veya Farsça kaynaklı terim vardı. Bunun yanında çirkin oldukları kadar eski Arapça-Farsça kelime­ler gibi zor anlaşılır yapmacık terimler de yaratıldı. Bu olgu ana hatları ile makul olan bir dil reformunun abartılıp dejenere bir dil devrimine dönüştürülebileceğini gösteriyordu, ki böyle bir şeyin zararları hakkında kültürlü tabakalar geniş çapta hemfikirdi. Okul çocuklarının birkaç ne­silden beri, bundan kırk-elli yıl önce - daha eskilerini hiç sormayın -yazılmış kitapları hemen hemen hiç okuyamayacak durumda olmalarının nasıl sonuçlar doğuracağını siz düşünün. Hatta yaşlılar için bile, yirmili yılların sonunda yazılmış edebi ve bilimsel eserler, yasalar vs. kullanılmaz durumdadır; çünkü bugün oryantalistler ve bazı meraklılar dışında hiç kimse eskiden kullanılan Arap alfabesini tanımıyor. Süreç hızla ilerledi­ğinden, ben de, genç Türk meslektaşlarımın son on, onbeş yıl içinde yayınladıkları çalışmalarını anlamakta güçlük çekiyorum; çünkü onlar, biz İstanbul ve Ankara'da çalıştığımız sıralarda her öğrencinin vakıf olduğu yüzlerce terimin yerini almış yeni terimlerle dolu durumdalar. Bu konuda ilginçtir ki, yirmili yıllarda oluşan Cumhuriyet Anayasası bile sonradan «Yeni Türkçe»ye çevrildi.

ÖĞRENCİLER VE PROFESÖRLER
Eskiden beri ders verme işine özel dikkat gösterir ve severdim. Belki de bu yüzden bugün, öğrencilerim ile olan ilişkilerimi minnettarlık duy­gusu içinde anımsıyorum. Bu, doçentlik yaptığım Frankfurt «öğretim yılları» için de böyle idi ve Türkiye'de olsun, ikinci kez yine Frankfurt'ta olsun, çok kereler misafir profesörlük yaptığım Basel Üniversitesi’nde olsun böyle kaldı.
Yine de söylemek isterim ki, genel olarak öğrenci ve öğretmen ara­sında kurulan bağ hiçbir yerde Türkiye'deki kadar kalpten ve uzun ömürlü olmamıştır. Gerçekten de hiç abartmadan iddia edilebilir ki, bir öğrenci ile -ilk, orta, lise veya üniversiteli olsun- «hocam» diye andığı profesörü arasında kurulan ilişki ancak tarafların birinin ölümüyle sona erer. Ay­rıca, laiklik ilkesinin onyıllardır hüküm sürmesine rağmen, bir kişinin o günkü veya eski öğretmenine derin bir saygı ve hürmet göstermesi de değişmemiştir. Böyle bir saygı kendini, hala rastlanan ve sadece yirmi yaşındakilerin veya yeni mezunların değil, hatta bu arada bakan olmuş büyüklerin bile el öpmesi ile açığa vurur.
Bu, öğrencilerim ve özellikle asistanlarım ile olan bu yakın ilişkile­rimi herzaman çok olumlu bulmuşumdur ve eski arkadaşlarım ile bugüne kadar, mektuplaşma ve ziyaret yoluyla ilişki içinde bulunmaktan büyük bir memnunluk duymaktayım. Burada, eskiden birlikte bilimsel çalışma­lar yürüttüğümüz iş arkadaşlarımdan en az ikisinden söz etmek istiyo­rum: Osman Okyar ve Süphan Berk Andıç.
Osman Okyar uzun süreden beri bir Ankara Üniversitesi'nde (Hacettepe) profesörlük yapıyor bir süre orada rektör de oldu. Atatürk'ün eski adalet bakanlarından ve büyükelçilerinden Fethi Okyar'ın oğlu olan Osman, bana gelmeden önce İngiltere'de üniversite öğretimi görmüştü ve günümüze kadar da İngiliz-Amerikan üniversite hayatına bağlı kaldı. Okyar, özellikle uluslararası iktisat politikası konusunda iyi bir uzmandır ve büyük saygı beslediğim zeki bir insan olan annesi gibi sıcak bir içten­lik ve kibarlık sahibidir. Onunla iki-üç yılda bir Türkiye içinde veya dışın­da düzenlenen bilimsel konferanslarda görüşüyoruz.
Son söylediğim; İstanbul'daki asistanlığı sırasında fakülte dergisinin çıkarılmasında bana çok yardımı dokunan Süphan Berk Andıç için de geçerlidir. Yabancılar hakkındaki yaygın görüşten çıkılarak Türk'e benzemeyen biri olarak görülen, sarışın ve sevimli çekiciliğini yüksek, yapıcı zekası ile birleştirmesini bilen Süphan, İstanbul, Ann Arbor, Mich., ve Edinburgh'daki öğrenimlerinden sonra, kocası ile birlikte çalıştığı modern kalkınma politikası - özellikle devletin rolü ile ilgili konular - ala­nında adını herkese duyurmuştur. Süphan ayrıca, ortak arkadaşımız Alan T. Peacock tarafından teşvik edilen ve 1967'de benim «Finanzarchiv»de yayınladığım «Almanya'da İmparatorluğun kuruluşundan bu yana kamu harcamalarının gelişimi» üzerine yaptığı araştırma ile iyice tanındı (J. Veverka ile birlikte). Yine benim öğrencilerimden biri olan kocası Fuad'la beraber yıllardır Puerto Rico Üniversitesi’nde profesörlük yapıyorlar. Andıç'ları en iyi arkadaş çevreme dahil ve hatta belli bir şekilde de «çocuklarım» olarak görüyorum. Onların evlenmesinde benim de payım var sanıyorum.
Türkiye'de olagelmiş ve benim de tadabildiğim öğrenci-öğretmen ilişkilerinin hoş tarafları hakkında bu kadar yeter. Herşeyin noksansız olması için bazı sorunlara da değinmek yerinde olacaktır.
1933 öncesi ve yenilgiden sonraki yirmi yılda durumla çelişkili bir şekilde, altmışlı yılların ortasından beri ne yazık ki Almanya'da da mu­tat hale geldiği gibi, Türkiye'de öğretmenlik mesleği hiç de tehlikesiz bir iş değildi ve değil. Sözüm ona haksız yere verilen kötü sınav notları yü­zünden yapılan (hatta fiziksel) saldırılara sık sık rastlanıyordu ve rastlanmakta; benim gözlemlerime göre Türk profesörleri bu konuda Alman meslektaşlarına nazaran ortalama olarak daha metin davranabiliyorlardı.
İşe başladığımız ilk dönemde iktisadi bilimlerin Hukuk Fakültesine entegre edilmiş olduğunu daha önce belirtmiştim, iktisat teorisi, iktisat politikası ve maliye zorunlu derslerdendi. Ayrı bir iktisat fakültesinin kurulmasından sonra bizim derslerde fazla bir değişiklik olmadı. Hukuk fakültesi öğrencileri zorunlu olarak bir dizi iktisat dersi uygulaması almaya devam ettiler.
Türkiye'de Fransız ders sisteminden kaynaklanan «sınıf sistemi» uygulanmaktadır. Örneğin iktisadi bilimler öğreniminde «lisans» (bu de­rece Almanya'da «Diplomvolkswirt» veya «Diplomkaufmann» ile kıyas­lanabilir) yapana kadar dört «sınıf» geçmek, yani (en az) dört yıl oku­mak gerekiyordu. Bir sınıftan diğer üst sınıfa geçerken eleyici sınavlar yapılıyordu, ki bu sınav da yine eleyici karakterde olan bir yazılı ve bir sözlü bölüme ayrılıyordu. Bizim zamanımızda bile üniversiteler tıklım tıklım doluydu; özellikle hukuk ve iktisat fakülteleri. (Yüksek doğum oranı ve daha iyi orta ve lise eğitimi yüzünden bu durum çok sayıda yeni yüksek okul kurulmasına rağmen daha da kötüleşmekte.) O yıl birinci sınıfta ders verme nöbeti gelen profesör, öğrenim yılı sonunda 1000'den fazla öğrencinin sınavını yükleniyordu- Daha önce değindiğim gibi, sınav-lar ilk önce yazılı, eleyici yöntemle yapıldığından ve tekrarlanabilir ol­duklarından, profesör yılda iki kez ağır sınav yükü altında kalıyordu. Öğrencilerin çoğunlukla kurşun kalem ve okunması zor bir yazı ile dol­durdukları büyük, sarı sınav kağıtlarının gözden geçirilmesi, yaz başlan­gıcından hemen hemen altı, ikmal dönemi olan sonbaharda ise üç, dört haftalık zaman alıyordu - tabii bu birinci sınıf sınavcıları için söz konusu oluyordu-. Büyük bir paket halindeki bu kağıtlar «hademe» tarafından bize getiriliyordu, En fazla iki saatlik bir okumadan sonra insan dinlen­mek için ara vermek zorunda kalıyordu. Sınavlar ilke olarak son derece itinalı bir şekilde yapıldıkları halde, ilk defa sınava giren öğrencilerin kağıdını okurken belli bir çıkmaza düşmemek elde değildi. Bütünün bü­yük bir bölümünü oluşturan geçti-kaldı sınırındaki kağıtları okurken, o kişiyi geçirip geçirmeme konusunda elde olmadan tereddüt ediliyordu, çünkü «yeterli» notu ile en azından bir yıl için baştan savılabilecek bu kişi, «yetersiz» olduğunda ikmalde yine sınavcının karşısına çıkacak idi.
Yazılıları takip eden sözlü sınavları yaz döneminde herşeyden önce iklim koşulları yüzünden oldukça yorucu oluyordu. Yazılı sınavın eleyici karakteri dolayısıyla arpanın büyük bir kısmı samandan ayrılmış durum­da olsa bile daha yüzlerce kişiyi sınavdan geçirmek gerekiyordu. Toplam olarak sınavlar, 1000 ile 1200 kişilik birinci sınıf öğrencilerinin yarısının, çoğunlukla daha azının ikinci sınıfa geçmesiyle son buluyordu. Daha önceki sıkı elemeler nedeniyle ikinci sınıftan üçe ve oradan dörde geçiş, öğrenciler için daha kolay oluyor ve profesörlerin işini de büyük ölçüde hafifletiyordu. Sınava girenler içinde çok iyi olanlarla iyi olanlar ara­sında genellikle büyük fark yoktu. Ancak bunlarla geri kalanlar arasın­daki fark büyüktü. Ve yine burada da sözlünün tekrar edilebilir olması ihtimalinde aynı ikilem karşımıza dikiliyordu: Sınırda olanlar için mer­hameti adalete tercih etmek gerekir miydi, yoksa gerekmez miydi?
İlginç olan şu noktaya da değinmek istiyorum; aslında çok yüksek olmayan sınav harçlarını (her sınıfta bir sınava en fazla iki kere gire­biliyordu) sınav verilmediği takdirde kademeli artan bir sekile getirdi­ler - bildiğim kadarıyla hiç bir ülkede olmayan bir uygulama -. Öğrenim parasız idi. Ancak sınavlara ve diploma tanzimine harç konmuştu. Özel­likle ders kitaplarının devlet tarafından tahsisata bağlanmasıyla öğre­nim için sosyal kolaylıklar sağlanmıştı.
Öğrenim yapmakla görevlendirilen ve son sınav haklarını da başa­rısız bir şekilde kullandıkları zaman birliklerine geri çağrılıp rütbeleri sökülen genç subayları imtihan ederken, daha önce anlattığım vicdani ikilem en ağır biçimini alıyordu. Böyle durumlarda savunulması mümkün en had dereceye kadar insaflı davrandığımı çekinmeden itiraf edebilirim, çünkü adı geçen «cezayı» oldukça yersiz ve çok ağır buluyordum.
Savaş sırasında, Türkiye'de de birçok yiyecek maddesinin bulunmaz olmaya başladığı dönemlerde, sınıfta kalan sınav adaylarının anneleri, büyükanneleri ve bazan da babaları yalnız veya çocuklarıyla birlikte profesörün evine gelip, onun düştüğü şaşkınlık arasında ayaklarına ka­panıp ağlayarak ve bağırarak merhamet dilediklerinde, yani notunu düzeltmesini istediklerinde kararlı davranabilmek ahlakî açıdan daha ko­laydı. Ben, vicdanımı rahat tutmak amacıyla yüzlerce defa tekrarlanan böylesi ricaları istisnasız geri çevirdim. Eğer, sadece bir kere bile olsa not verirken gerçeğe uymayan bir durumu dikkate almış veya verilen bir notu düzeltmeye kalkmış olsaydım, ileride olacak benzeri ricalara direniş gösterme olanağım kalmayacaktı. Hele, sözü edilen anneler, bü­yükanneler vs. gönül almak amacıyla bir parça tereyağını ve savaşta kıt olan herhangi birşeyi masanın üstüne koyduklarında, ya da paspasın üzerine bıraktıklarında ve böylesi hediyelerin en azından rüşvet yeme durumuna düşmek tehlikesi yüzünden reddedileceğini kavrayamadıkları zaman, işler iyice nazikleşiyordu. Sınav sorunları ile ilgili olmasalar bile genel olarak bir hediyeyi veya benzeri şeyi geri çevirmek oldukça zordu veya nahoştu. Bu, daha bir Türk ailesindeki davette, ikram edilen sayısız yemeklerden birisinin geri çevrildiğinde veya artık fizyolojik alma kapa­sitesi izin vermediğinden yemeklerin birinden az yenildiğinde başlardı. Böyle bir davranış, meşhur Türk misafirperverliğinin kurallarına aykırı bir tutum olarak değerlendirilirdi ve ev sahibini kırmamak için son de­rece hassas davranmayı icap ettirirdi.
Sınavlarla ilgili olarak bir de aşağıdaki küçük olayı hatırlıyorum: Benim gözlemime göre Türkler, batı Avrupalı halklara nazaran daha iyi bir belleğe sahipler. Bunu başlangıçta ve belki pek de haksız olmayarak kısmen o zamanlar çok yaygın olan okuma-yazma bilmezliğe bağlıyor­dum. Çünkü bu, duyma, görme, koku alma ve akılda tutmayı da bizdekine kıyasla daha fazla gelişmeye zorladığından ezberleme işini olumlu yönde etkiliyordu. Kazanılan yeteneklerin ırsi olabileceğine inanıyorsak, öğren­cilerin sahip oldukları olağanüstü hafızayı kısmen açıklayabilmek için, onların dedelerinin medreselerde Kuran'ı ezberleyerek yetiştikleri gerçe­ğini öne sürebiliriz. Ben her seferinde, örneğin hamalların ki onlara İstanbul'un inişli çıkışlı ve kötü taşlanmış yollarında çok ihtiyaç duyu­luyordu - okuma yazma bilmedikleri halde en karmaşık yol tariflerini bile akıllarında tutabildiklerini görünce şaşırıp kalıyordum.
Elbette sadece okuma-yazma bilmeyenler değil, bazı öğrenciler de olağan üstü bellek sahibi idiler. İş anlaşmamın öngördüğü gibi, yavaş yavaş her ana dersim için Türkçe dilinde kitap yayınlamaya başlamıştım ki bunlardan iktisat teorisi ile ilgili olanı en kapsamlısı idi (iki cilt bir­likte 800 sayfa kadar). Sınav kağıtları gözden geçirilirken öğrencinin kopya kağıdı veya ders kitabı gibi yasak araçlardan yararlanıp yarar­lanmadığına da dikkat etmek gerekiyordu. Eğer böyle bir durum, suçüstü yakalamadan, tam olarak ispat edilemiyor ise, yazılısına «yetersiz» notu veriliyor ve meselenin büyümemesi için bu notun gerekçesi açıklanmı­yordu.
Değinilen hafıza sorunlarına ilişkin acaip durumlarla ilgili örnekler­den hiç olmazsa bir tanesinden burada söz edelim: Sınav kağıtlarınınbirinde bazı pasajların benim kitabımdan kelimesi kelimesine, aktarılmışolduğunu saptamış ve «yetersiz» notunu vermiştim. Sınav sonuçlarınınbelli olmasından kısa bir süre sonra bir öğrenci evime gelerek, iktisatteorisi yazılı sınavından kaldığını az önce öğrendiğini ve bunun nedeninibildiğini söyledi. Bunu ona kimin söylediğini sorduğumda, «hiç kimse»oldu. Ama, sorulan bütün sorulara doğru yanıt verdiğine göre benim onukopya çekmekle suçladığım aşikar imiş, ancak bu itham doğru değilmiş.Kitabımdan uzunca bölümleri aynen aktardığını kabul ediyormuş., amabu bir suç değilmiş - buraları ince bir alayla anlatıyordu - ve nihayetsözü edilen bölümler bana 'ait olduğundan herhalde «yetersiz» olamazmış.Bunun üzerine ona gerçeği söylemeyi karar verdim ve yazılısını su götürmez bir şekilde kopya koktuğu için reddettiğimi belirttim (bu aradasürekli yanımda taşıdığım notlarına bir göz atmıştım). Bunun üzerineöğrenci kibar fakat kararlı bir tonda onu hemen tekrar imtihan etmemiısrarla rica etti ve bu sınavı, ilgili kitabın herhangi bir sayfasını açıp,bir-iki satır okuduktan sonra ondan devam etmesini istemem şekildeyapmamı söyledi. Bu şekilde bana, kitabımı gerçekten ezberlediğini, amayazılı sınavda yasak olduğu için kullanmadığını ispat edebilirmiş. Hiçinanmadığım halde ricasını kabul ettim: Kitabın üç ayrı yerinden bir-ikicümle okuduğum zaman öğrenci, o anda, yüzde yüz olmasa bile hemenhemen tam doğru olarak devamını getirebiliyordu. Böylelikle, durumutam olarak notlara geçirdikten sonra «yetersiz»i «yeterli» şeklinde değiştirmek zorunda kaldım. Nihayet öğrenciyi olağanüstü hafızası var diyecezalandıramazdım.
Özellikle birinci sınıfta yüzlerce öğrencinin katıldığı yazılı sınavlar başladığında, «hilekarlığı» önlemek amacıyla öğrencileri mümkün olduğu kadar birbirlerinden uzakta oturtabilmek için üniversitedeki bütün anfileri bu işe ayırmak gerekiyordu. Denetimi, asistanların desteğindeki profesör ve doçentler yürütüyordu. Yine de «hilekarların» şüphe götürmez bir şekilde yakalanmaları kolay olmuyordu ve birisinde «kopye kağıdı» bulunduğunda, o kağıdın eline nereden geldiğini bilmediği şeklindeki şaşırtıcı saflıktaki iddiayı duymak hiç de ender değildi, En zor ve nahoş durumlar ilgili kişi kız öğrenci olduğunda ortaya çıkıyordu: Çünkü, onlar corpus delicti yi (ispat aracı) yıldırım hızıyla bellerinden veya bluzlarından içeriye atıp dokunulmaz hale getiriyorlardı.





TÜRKİYE CUMHURİYETİ: ATATÜRK'ÜN ÖNDERLİĞİNDE YENİ AMAÇLAR VE KURUMLAR
Atatürk'ten öncelikle bahsedilmesinin sebebi, salt tarihsel açıdan değil, aynı zamanda onun kuşkusuz 1920 ve 1930'larda dünya siyaset sahnesinde en önemli rol oynayan şahsiyetlerinden birisi olmasıdır.
Herhalde Atatürk ile Hitler arasında görülen tezatlığın daha büyüğü düşünülemez. Herşeyden önce yalnız dış görünümlerinde bile bir temel farklılık kendini göstermekteydi. Örneğin, Atatürk, Birinci Dünya Sava­şı’nda (Çanakkale Savaşı - 1915) ve daha sonra Yunanlılara karşı sür­dürülen Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda (1920-1922) son derece yetenekli ve muzaffer bir general olduğunu ispat etmişse de, 1923'den sonra manevra anları haricinde kendisini kesinlikle üniformasız, sivil kıyafetle - mera­simlerde frak ile - göstermeye önem vermiştir. Eski çavuş Hitler ise, aksine eline geçen her fırsatta modelini kendisi çizdiği üniformayı giy­meye özen gösterirdi.
Her ne kadar Hatay vilayetini ve onunla beraber önemli limanlardan biri olan İskenderun'u geri almak amacıyla 1938-39'da Fransa'ya karşı olduğu gibi, bazen tehlikeli girişimlerde bulunmuşsa da, Atatürk ileri görüşlü bir diplomattı. Hiçbir zaman sahip olduğu gücü büyütmez, aksine, ülkesinin yeniden inşa edilmesini sağlayabilecek sürekli bir barışı oluş­turmak için çabuk ve geçici siyasi veya askeri başarılardan feragat etmeğe hazırdı.
Ben, Cumhuriyet'in Kurucusuyla sadece bir kez şahsen karşılaşa­bildim. Bu da, İstanbul'da Pera-Palas Otelinde verilen resmi kabul me­rasimi esnasında olmuştu. Fakat, onun salona girdiği an ve onunla üni­versite sorunlarıyla ilgili birkaç dakikalık sohbetim, benim unutulmaz anılarımdandır. Bugün dahi içimde onun şahsında çağımızın gerçekten en yücelerinden biriyle karşılaştığım hissi mevcuttur ve burada, onun emaneti'nin, daha az yetenekli halefleri tarafından harcanmamasını ümit ettiğimi belirtmek isterim. Onun ülkesine getirdiği yenilikler uzun za­mandır varlıklarını sürdürdüğüne göre, aslında böyle olumsuz bir geliş­menin ortaya çıkması ihtimali çok azdır. Atatürk, Türkiye'nin bir an­lamda köprü olma niteliğini devamlı gözönünde tutarak, ülkesi'nin Batı Avrupa'ya uyması için çaba sarfetmiştir. Yine de bir noktada gerçekçi olmak gerekir; Atatürk'ün devrimlerini gerçekleştirdiği en azından iki alanda son yirmi senedir bir gerileme kaydedilmektedir: Laiklik ve dev­letçilik ilkelerine karşı, her ne kadar değişik zamanlarda olsa da, dirençler oluşmuş ve bu tür gerilemeler de yine karşı tepkilere yol açmıştır. Bu her iki hareketin nisbi gücünü tahmin etmek ise hayli zor.

Avrupa'ya uyum sağlamak gibi, dış politikayla ilgili kararların yanısıra, Cumhuriyetin Kurucusu tarafından gerçekleştirilen, örneğin devlet ve dinin ayrılmasına benzer birçok reformun esas amacını, ekonomik ve kültürel kalkınma yoluyla ulusal bağımsızlığın sağlanması olarak göre­biliriz. Fosilleşmiş ve sofu, her yönüyle gerici bir Müslümanlık anlayışını temsil eden İmam ve Mollaların politika hayatındaki etkilerinin böyle bir ilerici gelişmeye engel olacağı aşikar idi. Bu yüzden, din adamlarının siyasi gücünü kırmak, dinin yüce ahlaki ideallerini yoketmeden, ilerici­liğin düşmanı olan «kadercilik» ile mücadele etmek gerekmekteydi. Çünkü bu kadercilik, Avrupa'da Yeni Çağ başlarında, Max Weber'in (bugün tartışma götüren teziyle) iddia ettiği gibi protestanlığa kıyasla daha zi­yade katolik dogmacılık gibi, ama ondan daha büyük bir ölçüde, dinamik bir ekonomi anlayışının gelişmesini önlemekteydi.
Cumhuriyetin kuruluş döneminde ülkenin içinde bulunduğu mali ve iktisadi durum, hemen hemen amansızdı. Olumsuz dış, askerî ve borç­lanma politikalarının neticesinde yurdun gelir kaynaklarının, yenilgiyle sonuçlanan savaşlarda ve sultanların muazzam saltanatları uğruna boşa sarf edilmesiyle oluşan bu durum, esasen çok uzun zamandan beri süre­gelmekteydi. Bunun yanısıra, bugün olduğundan daha fazla, o zamanlar ülkenin dayanağı olan köylü ve çiftçi kesiminin içinde bulunduğu mali ve sosyal bunalımdan kurtulmasını, teknik gelişmeyi sağlayacak hiçbir girişimde bulunulmuyordu. Yabancı kapitalistler, kendi ülkelerinin hükü­metleri tarafından teşvik edilerek Osmanlı Devleti’ne tekrar tekrar borç­lanma imkanları sağlıyorlardı. Fakat bu borçlara karşı koşulan ağır şartlar, her ne kadar o zaman ekonomik ve politik risklerine uygun olsalar da, devletin açık veya gizli bîr iflasa yönelmesini kaçınılmaz hale düşürüyorlardı. Böyle bir gelişmeyi engellemek amacıyla, 1881'de yalnız ya­bancı alacaklıların temsilcilerinden oluşan, borçları kontrol altına alacak bir borç idaresi «Dette Publigue Ottomane» (Düyun-u Umumiye) ku­ruldu. Böylece, rehin koyulan devlet gelirleri (istihlak vergileri, tekel gelirleri ve gümrükler), bu idare heyeti'nin emrine amade edilmiştir. Bu yüzden, 1923'de yapılan Lozan Antlaşması’na kadar, ülkenin ihtiyaçlarına uygun otonom bir gümrük ve ticaret politikası uygulamak mümkün ola­mamıştı. Ayrıca kamu altyapı kuruluşlarının çoğu yabancılara ait hususi şirketlerin eline verilmiş durumdaydı. Hatta, bizim Türkiye'ye geldiğimiz dönemde bile, tramvaylar, gaz, elektrik, su ve liman tesisleri vb. yabancı sermaye'ye aitti. Bunun haricinde hala, örneğin aşar ve hayvan vergisini ihtiva eden vergi sistemi, tamamen eskimiş ve de adil bir dağılımı sağ­layacak düzeyde değildi. Nihayet maaş ve buna dayanan bahşiş sistemine de değinmek gerekir. Yüksek kademe memurların bile maaşlarının çok düşük olmasından, hele aşağı ve orta kademelerin maaşlarının mütevazı bir geçime dahi yeterli olmamasından dolayı, bahşiş verme ve alma, tüm taraflarca gayet normal olarak karşılanırdı. Özellikle, eğer bahşiş talep edenler, belli standard miktarlar ile yetiniyorlarsa. Türkiye'nin, Cumhu­riyetin kuruluşundan önceki malî durumunun ne kadar düzensizlik içinde bulunduğu, yaşlı Türk meslektaşlarımın anlattıklarmdan da anlaşılıyordu. Evvelden maaşlarını ancak birkaç ay ve bazen bir yıldan fazla bir ge­cikmeyle alabiliyor ve tabiidir ki bu süre içerisinde ihtiyaçlarını karşı­layabilmek için, eğer başka gelir kaynakları mevcut değilse, fahiş faizler karşılığında borç almak mecburiyetinde kalıyorlarmış.
Yukarıda kısaca belirttiğim ekonomik ve parasal sorunlara rağmen, 1930'ların ortasına doğru birçok alanda büyük ölçüde olumlu gelişmelerin sağlanmış olması hayret vericidir. Dışarıya olan borçların büyük bir miktarı ödenmiş ve kamu hizmeti gören kuruluşlar, hükümet tarafından, yeterli miktarda tazminat verilerek, devralınmışlardı. Türkler borçlarını zamanında ödeme konusunda, Çar hükümeti döneminde alınan borçların reddedilmesinden sonra Sovyetler Birliği gibi - aynı nedenlerden ötürü -titizlikle davranmışlardı.
Halbuki, bugün dünya çapında uygulanan dış yardım, o zamanlar - en azından parasal açıdan - henüz söz konusu değildi. Ancak, örneğin devlet fabrikalarının kuruluşunda - ki bu alanda çoğunluğu mülteci olma­yan Alman uzmanlar önemli bir rol oynamıştır-, örnek çiftliklerin tesi­sinde ve rasyonel bir orman ekonomisi politikasının planlanmasında, belirli bir «know-how» transferi yer yer uygulanmaktaydı. Devlet iktisadi teşebbüslerinin yaratılmasının esas nedeni ise, bizim zamanımızda Türkiye'de yeterli ölçüde ve nitelikte Türk müteşebbisinin mevcut olmaması idi. Bu nedenle Atatürk, 17. ve 18. yüzyılın «merkantilizm»ini andıran gerekçelerle, gene bu sisteme has belli iktisadi teşvik yöntemleri uygu­lamaktaydı.
Cumhuriyet bir açıdan, daha ziyade klasik liberal ilkelere uygun bir politika izliyordu. Bütçe denkliği kuralına sıkı sıkı bağlı bir maliye poli­tikası uygulanmaktaydı ve İkinci Dünya Savaşı'nın başlangıcına değin herhangi bir enflasyonist gelişme oluşmadı. Bunu mümkün kılan bir neden , de yeni kurulan Merkez Bankası'nın, paranın değerini dışarıya karşı da mümkün olduğu kadar koruması olmuştur.
Belki burada, tüm bu kültürel ve ekonomik reformların sorumlusu olan Atatürk, acaba, iç siyaset sistemini de batı demokrasilerine benzeyen bir şekilde oluşturabildi mi, sorusu akla gelebilir. Bu sorunun tek yanıtı «hayır»dır. Gerçi, bir parlamento kurulmuş idi, ama, kısa bir süre dışında muhalefet mevcut değildi. Bu yüzden anayasal düzeni tanımlamak için en uygun kavram «cum grano salis» (aydınlatılmış despotizm) olmak­tadır. Fakat, burada isimden ziyade sıfata ağırlık verilmeli. Üstelik, hem feodalizme hem de eski ve yeni çağ despotizminin özelliklerinden olan megalomaniye pek fazla rastlanmıyordu, içe ve dışa dönük kemalist po­litikanın özelliği daha çok ölçülü olmasındaydı.
Esas itibariyle general olmasına rağmen, Atatürk'ün hükümet sis­teminde hiçbir zaman askeri yöntemler uygulamamış olması, şayanı hayrettir. O'nun oluşturduğu örnek sayesinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana geçen elli yıllık süre içinde hiçbir askeri dikta­törlük olmamıştır, iç politikadaki gelişmeler ordunun müdahalesini zo­runlu kılar gibi görüldüğü zamanlar, örneğin 1960 yılında başbakan Adnan Menderes'in generaller tarafından düşürülüp anayasası çiğnemek iddiasıyla ölüm cezasına çarptırılması ve idamı gibi durumlar tabiidir ki olmuştur. Ama bu gibi durumlarda dahi, Türk subayları asla doğu ve batı ülkelerinde, Orta ve Güney Amerika devletlerinde rastlanan askeri diktatörlükleri örnek almamışlar ve iktidarı süresiz olarak ellerine ge­çirme hırsına kapılmamışlardır. Ama gerçek olan, Celal Bayar (1950-60) dışında tüm cumhurbaşkanlarının - Atatürk, İsmet İnönü, Gürsel, Sunay ve Korutürk'ün general veya amiral olmalarıdır. Bu gerçek de iç poli­tikadaki olaylar açısından önemsiz değildir herhalde: Çünkü bu kişiler, diğer ülkelerdeki darbecilerin çoğu gibi sadece kurmay subaylıktan değil, ordu hiyerarşisinin en üst kademesinden gelmekteydiler. Türk politika­sında tek aşırı sağcı ve askeri diktatörlük heveslisi kişi, Milliyetçi Hare­ket Partisinin lideri Alparslan Türkeş, ordu içerisinde ancak albaylık rütbesine erişebilmiştir. Bu lider, Demirel'in birinci koalisyon hüküme­tinde de bir süre yer almıştır.
Atatürk, yaklaşık onbeş yıllık cumhurbaşkanlığı süresinde ülkede o denli benimsenmişti ki, hayata erken yaşta gözlerini yumduğu zaman (1938), onun döneminde güvence içinde yaşamakta olan ve Türklerden farksız muamele gören azınlıklar da dahil olmak üzere, bütün halkın yas tuttuğunu söylemek abartma olmaz.
Ülkenin her tarafında düzenlenen cenaze merasimleri, çok duygulan-dırıcıydı. Cumhuriyetin kurucusu tarafından ülkeye getirilmiş olan laik­lik ilkesine rağmen bu merasimler, yoğun bir şekilde dinsel içerikliydi ve itiraf etmem gerekir ki, halkın hem kişisel hem de gruplar halinde bazı kendine özgü matem tutuş şekilleri, bana bu ülkede bir yabancı olduğumu, «onlardan olmadığımı» ilk kez o günlerde hissettirdi, İstanbul Üniversitesi’nin tertiplediği bir matem töreninin yanı sıra biz yabancı profesörler de cenazenin İstanbul'dan Ankara'ya nakledilmesiyle ilgili tüm merasimlere katıldık. Bu büyük devlet adamının cenazesinin Dolmabahçe Sarayı’ndan limandaki bir savaş gemisine taşınışı, gerçekten unu­tulmaz ve şahane bir merasim idi. Türk olsun, yabancı olsun, profesör­lere toplum içinde verilen değerin bir ispatı olarak bahse değer bir nokta da, bunların cenaze alayında bakanlar, milletvekilleri ve dış ülke dele­gelerinden hemen sonra yer alması olmuştur.
Atatürk, yarattığı - tam demokratik olmasa da - ilerici ve çağdaş Cumhuriyeti sağlam temellere oturtmuş ve de dostu ve savaş arkadaşı, zamanın başbakanı İsmet İnönü'nün şahsında, yerini devredebileceği uy­gun bir kişi bulmuştu. Bunu, cumhurbaşkanlığının acele ve sürtüşmesiz bir şekilde İnönü'ye geçmesi gösteriyordu, İnönü'nün de halk tarafından son derece sayıldığı ve olağanüstü hünerli bir dış politikacı olduğu şüphe götürmez idi. Ama onun cumhurbaşkanlığı sırasında halk içinde azınlık­lara karşı düşmanca bir tutum gene kuvvetlenmeye başlamıştı. Bunun açık bir delili de, savaş döneminde kazanılan servet üzerine azınlıklara karşı farklı muameleyi de içeren bir varlık vergisinin konması olmuştur. Öte yandan, bu iki cumhurbaşkanına karşı halk tarafından beslenen sev­gisinin farklı olduğu, anlamlı bir şekilde ortaya çıkıyordu. Yakın, Orta ve Uzak Doğu ülkelerinde olduğu gibi Türkiye'de de geniş halk çevrele­rinin tasarruflarını vergi ve enflasyondan korumak amacıyla başvurduk­ları en önemli yol, emlak ve arazi yanında altın, özellikle altın para, satın almaktır. Osmanlı İmparatorluğu zamanında basılmış ve o yüzden Arapça harf ve rakamlı paraları bir yana bırakırsak, 1939'dan beri iki cins tam değerli altın para mevcut idi: Bunların birincisinin üzerinde Atatürk'ün, öbürünün üzerinde ise İnönü'nün resimleri bulunmaktaydı. Alım satımı tamamen serbest olan bu her iki türün de ağırlığı, ayarı v.s. aynı olduğu halde, üzerinde İnönü'nün resmi olan altın paranın fiyatı öbürüne kıyasla daha düşüktü. Diğer durumlarda oldukça rasyonel düşünen köylü ve diğer halk çevreleri, belli bir mali kaybı gözönüne alarak, herşeyden çok sevip saydıkları devletin kurucusunun resmini taşıyan altın parayı öbü­rüne tercih etmektelerdi anlaşılan.
İkinci Dünya Savaşının bitimine dek, Atatürk'ün 1923'de kurduğu Cumhuriyet Halk Partisi çalışmasına müsaade edilen tek parti idi. Bu partinin, doğan güneşin etrafında altı ok şeklinde simgelenen ve hala geçerli olan temel ilkeleri şunlardı: Cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halk­çılık, laiklik, devrimcilik ve devletçilik. Atatürk'ün vefatından sonra İsmet İnönü parti başkanı olmuş ve 1972'de Bülent Ecevit’in genç yaşta yerini alışına kadar bu görevi sürdürmüştür. Parti içinde çeşitli kanatların varolmasına rağmen, bütün önemli konularda bu parti, bir birlik partisi olarak ortaya çıkmaktaydı, İnönü, 1945'de başka partilerin kurulmasına müsaade etmiş ve bunlardan Demokrat Parti 1950 genel seçimlerini ka­zanınca, cumhurbaşkanlık görevinden istifa etmiştir, İnönü'nün yerine, daha evvel Halk Partisi üyesi ve iktisat bakanı olan ve Atatürk devrinde kısa bir süre de başbakanlık görevi yapmış bulunan Celâl Bayar, yeni hükümetin başına ise Demokrat Parti'nin lideri Adnan Menderes geç­miştir. Böylece, çok partili parlamenter demokrasiye geçiş gerçekleşti­rilmiştir.
Bilindiği gibi Menderes hükümeti, 1960'da bir askeri darbe sonucu düşürüldü ve partisi de yasaklandı. Bayar da, Menderes gibi mahkum edildiği halde affedildi. Halen, fiilen Demokrat Partinin yerine kurulan Adalet Partisinin üyesi bulunmaktadır. Ben Celâl Bayar'la, onun Halk Partisi üyesi ve iktisat bakanı olduğu devirde defalarca görüşme fırsatı bulabildim. Bayar daha o zamanlar, daha az devletçilik ve hatta liberal bir iktisat politikası eğilimi göstermekteydi, ki bu gerçek, onun Demokrat Partisine geçmesine bir neden olabilir.
Benim kanımca, İnönü'nün istifasından sonra gerçekleştirilen en önemli maddi ve kişisel değişikliklerin esas sorumlusu Bayar'dan ziyade Menderes idi. Aslında Bayar, vasatın üstünde bir politikacı değildi. Bu kanımdan ötürüdür ki, Almanya'ya dönüşümden sonra beni ziyaret eden ve Berlin Hür Üniversitesi İktisat Fakültesi namına, Bayar'a fakültesi tarafından verilmesi düşünülen şeref doktoru unvanıyla ilgili görüşümü soran Profesör Andreas Paulsen'e, hem prensip olarak ve hem de Bayar'ın şahsiyeti ile ilgili nedenlerden ötürü böyle bir karan isabetli bulmadığımı söylemiştim. Tabiidir ki ilk planda, zamanın Türk Devlet Başkanı’nı şe­reflendirmek amacı söz konusu idi; ama Bayar'ın zaten iki yıl sonra bu sıfatı kaybedeceği ve hayatını bir tutuklu olarak sürdüreceği bir yana, bence şeref doktorluğuna aday olan bir politikacıdan da bazı ilmî yete­nekler beklenmelidir. Eğer Bayar, ona şeref doktoru unvanı verilmesinin aleyhinde olduğumu haber almışsa bile (ki benim karşı çıkmam, zaten tahmin etmiş olduğum gibi, ona bu unvanın verilmesini engellemedi), kısa bir süre sonra tekrar karşılaştığımızda bunu bana karşı hiç belli etmedi. Bu karşılaşmamız, o zamanın Alman Devlet Başkanı Lübke'nin, Bayar'ın Almanya'yı ziyareti şerefine verdiği ve benim de sanırım «Eski Türk» olmak sıfatıyla davet edildiğim, 8 Mart 1958'de Brühl Şatosundaki bir resmi kabulde oldu.
Adnan Menderes tüm kişiliğiyle, yalnız Bayar'dan değil, özellikle kendisinden evvel Başbakan olan tüm Halk Partisi liderlerinden de çok farklıydı. Çoğu zaman kısır bir bürokratizme dönüşmüş olan devletçiliği kısıtlamak istediği için, iş çevreleri özellikle hızlı bir iktisadi kalkınma açısından Menderes'e büyük ümit bağlamışlardı. Gerçekten de Menderes, öncelikle bireyciliğe yönelik, liberal bir iktisat politikası ile - bir çeşit «enrichissez-vous!» politikasıyla- taraftarlarına ve dolayısiyle aynı za­manda ülkesine de faydalı olabileceği kanısındaydı. Fakat bu ticaret ve iktisadi faaliyet hürriyeti giderek daha geniş çapta gerçekleştirilirken, Menderes'in politikasının uygunsuz ve onun zorladığı sanayileşmenin hızı­nın da aşırı olduğu daha sarih bir şekilde ortaya çıkmaktaydı. Bu şekilde yaratılan iktisadi zorlukların üzerine ahlaki ve anayasa hukukuyla ilgili tereddütler de eklenince, ordu harekete geçmiştir. Menderes, daha önce belirtildiği gibi, makamından alınıp, aleyhinde açılan dava neticesinde idam edilmiştir.
Ben Menderesle yalnız bir kez karşılaştım; o da - devrilmesinden kısa bir zaman önce - eski öğrencim ve şimdiki meslektaşım Memduh Yaşa’ın aracılığıyla. O sıralarda bazı konferanslar vermek üzere İstan­bul'a gelmiştim ve Menderes'le, İstanbul Park Otelinde verdiği bir resmi kabulde karşılaşmıştık. Onun çabuk idrak etme yeteneği ve uyanık ze­kası, hemen belli oluyordu; ama hemen göze çarpan başka bir özelliği de, Menderes'in takındığı - ve benim daha o zaman teşhis ettiğim - de­mokrasi zihniyetiyle uyuşmayan «iktidarını teşhir etme» tavrı idi, ki bu tavır, dış görünümüyle onun sürekli kendini beğenmiş gülümseme tar­zında, esasta ise inşa etme hırsında belirginleşiyordu. Bu tip şahsiyetlere özgü olan inşa etme hırsı ise, Menderes'in ülkesi için sadece kısmen yararlı olmuş ve zamanla bu ülkenin malî olanaklarını aşmıştır. Ama o karşılaşmamızda bana en fazla dokunan, çoğu misafirlerin kabalıkları ve daha önceki devlet ve hükümet başkanlarının etrafındakilerden utandı­rıcı derecede farklı davranışları oldu.
Süleyman Demirel'in yönettiği, 196l'de kurulan Adalet Partisi nasıl fiilen yasaklanmış olan Demokrat Partisinin yerini almış ve ona benziyorsa, Demirel'in kendisi de birçok yönden Menderes'i andırmaktadır. Baştan beri Amerika'ya dostluk besleyen ve iktisat alanında liberal eği­limli bu teknokrat, koalisyon hükümetleri kurup bunlara başkanlık et­meyi pek iyi becermiştir. Ancak 1978'de yerini Bülent Ecevit'e vermişse de, 1979'da gene makamına dönmeyi becermiştir. Ben Demirel'le şahsen hiç karşılaşmadım. Buna karşılık Güven Partisinin başkanı Turhan Feyzioğlu, benim en eski Türk ahbaplarımdandır. Onunla 1940'ların sonla­rında, İstanbul'da hukuk öğrenimi yaptığı ve diğer zamanlar Ernst Reuter'in oturduğu, annemin evindeki möbleli bir odada bir süre kalması vesilesiyle tanışmıştık. Onun üstün zekası ve görülmemiş bir çalışkanlıkla öğrenimini sürdürmesi gözüme ilişmisti. Feyzioğlu, 33 yaşında Ankara Üniversitesinde anayasa hukuku profesörlüğüne atandı. Daha sonraları birçok defa bakanlık görevine getirilen Feyzioğlu, 1978'de de kısa bir süre Ecevit hükümetinin üyesi olmuş ve partisinin küçüklüğüne rağmen hem bu hem de daha önceki hükümetlerde ortanın sağı eğilimini, hiç de küçümsenmeyecek bir siyasi etkinlik göstermiştir.
Eski dönemlerde görev almış Türk bakanları arasında, en yakından ve en iyi tanıdığım, kolayca anlaşılacağı gibi, uzun seneler maliye ba­kanlığı yapmış olan Nurullah Esad Sümer idi, ki kendisini Almanya'ya dönüşümden sonra da arada sırada tekrar gördüğüm olmuştur. Sümer, maliye bakanı olarak görev almadan önce, bir devlet kurumu olan Sü-merbank'ın müdürüydü. Sümer'in kanımca büyük hizmeti, Türk vergi sisteminin temelden yenilenmesi zorunluluğunu görüp, böyle bir reformu birçok engellere rağmen gerçekleştirmiş olmasıdır. Bir sıra temel reform kanunları taslaklarını hazırlamakla görevlendirilen ve benim de mensup olduğum küçük bir eksperler komisyonunu kuran, o olmuştur. Avrupa terbiyesi almış, aynı zamanda nazik ve gayretli bir insan olan Sümer, daha sonraları kısa bir süre için, ama sadece geçici olarak, dışişleri ba­kanlığı da yapmıştır. 1950'den sonra ise, Halk Partisi üyesi olarak, siyasi alanda önemli bir rol oynamamıştır.
Bu saydıklarımın dışında Nihad Erim'i hatırlatmak isterim. Erim, savaşın sonuna doğru, Ankara Üniversitesi’ndeki amme hukuku kürsü­sünü bir bakan ve başbakan yardımcısı makamıyla değişmiştir. Bu sıfatla bana, hükümetin verdiği, devlet idaresinin rasyonalizasyonu imkanları hakkında bir rapor hasırlama görevini iletmişti. Nihad Erim, makamı için henüz genç, görüşlerinde kesin tavır takınabilen, hızlı ve belki de aşırı derecede hızlı adımlar atmayı ve çalışmayı benimseyen bir kişiydi. Demirel hükümetinin düşürülmesinden sonra (1971) Erim, uzun zaman hüküm süren son derece dengesiz şartlar altında, partilerüstü bir hükü­metin bir yıl kadar başkanlığını yapmıştır.
Benim Türkiye'de çalıştığım süre içerisinde Hasan Ali Yücel uzun yıllar Milli Eğitim Bakanı idi. Onun yaşantısı ve özellikle bakan olmadan evvelki çalışmaları hakkında maalesef hemen hemen hiç bilgim yok. 1933 Üniversite reformu alanında büyük hizmette bulunan Reşit Galip'ten sonra bakanlığa atanan Yücel, bu reform eserini birçok tepki ve eleştirilere karşı korumuş ve geliştirmek için de tüm gücüyle çaba göstermiştir.
Yücel, birçok kitabın yazarı idi ve Goethe üzerine yazdığı bir kitap (1932), ona Alman hükümetinin Goethe madalyonunu kazandırmıştır. Konuşma ve makalelerinde de Goethe'ye değinmeyi genellikle severdi. Kültürel alanda gene de ne tek taraflı Alman, ne de - zamanın kültürlü Türk tabakalarının çoğu mensuplarının aksine - tek taraflı Fransız eği­limli idi: Örneğin eski Rus edebiyatı üzerine de geniş bilgi sahibiydi. Klasik Rus ve Batı Avrupa eserleri, onun teşebbüsü sayesinde Türkçe'ye çevrilmiştir. Eleştiricileri ve siyasi hasımları, onu bazen çok yazmakla ve üstünkörülükle suçlamışlardır. Kendisiyle aramızda geçen birçok gö­rüşmelere de dayanarak diyebilirim ki, bu bence çok sert ve Yücel'in haketmediği bir yargıdır. 1937'de yayınlanan «Pazartesi konuşmaları» adlı kitabını tekrar karıştırırken (bu kitabı bana kendi el yazısıyla ithaf etmişti) dikkatimi çeken, o çağın çoğu kişileri gibi onun için de sonsuz Atatürk hayranlığıyla eş anlama gelen milliyetçiliğine rağmen, Yücel'in yabancı, yani ilk planda Alman dili konuşan, profesörlerle işbirliğini tamamen dürüst ve samimice değerlendirmiş olması idi. Bu olumlu de­ğerlendirmesi, Yücel'in yabancı profesörleri tamamen Türk yüksek okul­ları yaratma hedefine varılana kadar geçici bir çözüm yolu olarak gör­mesine zıt düşmemiştir. Onun ortaya attığı formül: «Daha az ve çalışkan profesör, daha çok asistan ve doçent», yalnız Türk üniversiteleri açısın­dan değil, bazı başka ülkeler de göz önüne alınarak - özellikle yüksek okul kuruluş ve geliştirilmesinde - desteklenebilecek bir prensiptir. On yılı aşan eğitim ve öğretimle ilgili bakanlığı süresince Yücel özellikle üniver­siteler alanında kuşkusuz büyük hizmetlerde bulunmuştur, Her ne kadar uygulanmasında güçlük çekilmiş ve bu yüzden birkaç sene sonra kaldı­rılmış ise de, Yücel'in bazı liselere Latince Öğretimini soktuğunu da vurgulamak gerekir.
Yücel, olağanüstü başarıları ve kabiliyetleri farketme konusunda oldukça hassastı ve bazı milliyetçi çevrelerin eleştirilerine maruz kala­cağını bilse de, bu husustaki görüşlerini kamuoyu huzurunda veya Büyük Millet Meclisinde açıklamaktan çekinmezdi. Demokrat Partiye mensup aşırı sağcı milliyetçilerin onun sonradan düşürülmesinde yardımcı olma­ları, bu yüzden şaşırtıcı değildir. Onun, olağanüstü kabiliyetleri ne denli doğru yorumlayabildiğimin bir örneği, yukarıda sözü geçen kitabında bulunan kısa ama içerikli büyük Türk karikatüristi Cemal Nadir'e ithaf ettiği bir makalesidir. Cemal Nadir, «Amca bey» adıyla çok çabuk meş­hur olan bir figür yaratmış ve iç ve dış politika olaylarını ve kişilerini son derece komik ve zekice karikatürize edebilmiştir. Bence genel olarak politik karikatür Türkiye'de Avrupa veya Amerika'daki vasatın çok daha üstünde bir seviyede yer almaktadır. Kızımın bir kız arkadaşı, Selma Emiroğlu, ayrıca harikulade bir şantöz olduğu gibi, politik karikatür alanındaki kabiliyetlerin bazen nasıl daha çok genç yaşlarda belirginleş­tiğinin bir örneğidir. Onun çizdiği ilk karikatürler yayınlandığı sıralar, bu çocuk henüz okula gidiyordu.

Türkiye'de bulunduğum sürede dış politikada önemli rol oynamış Türk
diplomatlarından Numan Menemencioğlu'nu burada hatırlatmak isterim. Eski, çok sayılan ve kültürlü bir aileden gelen ve kardeşi Ethem Menemencioğlu da İstanbul Hukuk Fakültesi’nde insanî açıdan en sempatik meslektaşlarımdan biri olan Numan, bütün Avrupa'da ve hatta Avrupa dışında bile zirvede bir diplomat olarak takdir edilen bir kişiydi. Türkiye'ye geldiğimizde Numan, Dışişleri Bakanlığında genel sekreterlik gibi önemli bir makamda bulunmaktaydı. Savaş sırasında bir süre kendisi de dışişleri bakanı olmuş ve bu makamda İnönü ve bazı başka kişiler gibi sabırlı ve dayanıklı müzakere yeteneğine sahip olduğunu göstermişti, ki bu yetenek, başka Türk politikacılarında da gözüme çarpmıştır. Savaştan sonra Paris'e elçi olarak atanan Numan'la orada, François Perroux'un yönettiği «Institut de Science Economique Appliquee»de verdiğim bir konferans vesilesiyle tekrar karşılaştım. Konferansa biraz gölge düşüren bir olay olmuştu, ki bu olay, başta İsmet İnönü olmak üzere diğer birçok önemli Türk politikacıları, ama aynı zamanda Röpke ve Perroux gibi Numan'ın da giderek daha zor işitmeleri ile ilgiliydi. Numan biraz geç gelmişti ve önce Perrous tarafından müdürlük odasına davet edilmiş; ben ise Numan'la kısaca selamlattıktan sonra konferans salonunda kalmıştım. Ama aradan on dakika ve belki de daha fazla zaman geçtiği halde Numan ve Perroux hala dönmemişler ve bu ara dinleyiciler ara­sında giderek artan bir huzursuzluk başlamıştı. Sonunda Perroux'un genç bir iş arkadaşı, konferansımın başlaması için öngörülen zamanın epey geçtiğine i§aret etmek üzere «maître»nin odasına gitme cesaretini gös­terebildi. Ben ise artık iyice tedirgin olmuştum. Nihayet Numan ve Per­rous, hala hararetli bir sohbet havası içinde salona geldiler. Sohbetlerinin konusu, Perroux'un bana konferanstan sonra anlattığına göre şuydu: kısa bir zaman önce yeni bir işitme aleti alan Numan, Perroux'un aleti­nin iyi ve kötü tarafları hakkında bilgi edinmiş. Daha sonra ikisi, işitme cihazlarını değişerek birbirlerininkini denemişler ve bu meyanda ve de bu alandaki tecrübelerini tartışmaları yüzünden yan salonda dinleyicilerin ve konuşmacının onların gelmesini sabırsızlıkla beklediklerini unutmuş­lar.
Merkez Bankası’nda, İktisat ve özellikle Maliye Bakanlıkları’nda gö­revli birçok memurla yakından ilişkim oldu. İlk sırada, büyük bir tutkuyla esaslı bir vergi reformu ve herşeyden önce modern ve genel bir harç ve gelir vergisi mevzuatı için benimle birlikte uğraşmış olan, Maliye Bakan­lığı muhasebe ve işletme denetim servisi memuru, iş arkadaşım ve dostum Ali Alaybek'i anmak isterim. Onun yanında, Fransa'dan örneklenerek oluşturulmuş mali müfettişler grubundan Suat Başar ile olan ilişkim de beşerî ve meslekî açıdan hoşnut ediciydi. Ve nihayet, özel ilgilerimin ne­ticesi olarak İstanbul'da yüksek düzeydeki maliye yetkilileri ile sık sık görüştüğüm de olmuştur. Örneğin, daha sonra Maliye Bakanlığı müsteşar­lığına atanan Mehmet İzmen ve savaş sırasında çıkartılan üzücü varlık vergisinin tatbikatı ile görevlendirilen Faik Ökte, bu tanıdığım başkanlar arasında yer alıyorlardı. Bu adlarını saydığım (ve bazı diğer) yüksek idare memurlarının - değişik ölçüde de olsa - genellikle hepsi, görevlerine samimi bir sevgiyle bağlı ye yetenekli birer bürokrat idiler ve bana karşı tutumları - benzeri tecrübeyi E. Hirsch de edinmiş - daima nazik, hatta saygılı ve çoğu zaman insancıl bir sıcaklık dolu idi. Ama onların, belli şartlar altında, hem kendi vatandaşlarına, hem de yabancılara karşı son derece sert de davranabilmeleri, bambaşka bir konudur.










TÜRK MAKAMLARI, ÖZELLiKLE POLiS VE MAHKEMELER
Benim edindiğim tecrübelere göre, Türk bürokrasisi hemen hemen Amerikan bürokrasisi kadar kusursuz. Bu da anlamsız sayılmaz tabii. Almanların bu alanda diğer ülkelerden daha gelişmiş oldukları kanısı sanıyorum yanlış. Her neyse biz yabancı mülteciler, Türkiye'ye alışıp, oranın zihniyetini öğreninceye kadar epey sorunla karşılaştık ama arada sırada gülmemize yol açanları da oldu.
İlk karşılaştığım resmî kurum, İstanbul Üniversitesi’nin postahanesi, daha ziyade, postahane'nin tek memuruydu. Almanya'dan yola çıktığı­mızda, henüz Türkiye'de kalacağımız adresi vermemiz mümkün olmadı­ğından, postamızı İstanbul Üniversitesi adresine göndermelerini tembih etmiştik. Varışımızdan bir hafta kadar sonra, bu arada gelmiş olabilen postayı sormak üzere Üniversiteye gittim. Önce postahane memurunun hiçbir yabancı lisan konuşmadığını ve hatta birkaç kelime bile bilmediğini tesbit ettim. (Memur zenciydi.) Türklerin başka azınlıklara olan tutum­larına karşılık, zencilere karşı antipatileri olmadığı gözükmektedir; tabii ki bunların sayıları çok az ve Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler gibi yüksek ekonomik ve sosyal kademelerde değillerdi. Bunun üzerine işaretle anlaş­maya mecbur kalıp, birkaç zaman sonra sempatik ve devamlı gülümseyen memurun kendisinin küçük görev odasında biriken derlenmemiş bütün postaya bakmamı, belki bunun içinde benim için olan mektuplar veya başka yabancı profesörler için de olanları bulabileceğimi bana bıraktığını kavradım. Uzun bir aramadan sonra bulabildiğim kendim için gelen mek­tupları almakla yetindim. Fakat bilhassa şunu belirtmek isterim ki, bu ve buna benzer güçlükler Türk meslektaşlarımızın yardımıyla kısa za­manda giderildi.
İki kısa olay daha herhalde postahanelerin o zamanki durumlarını
aydınlatmakta yardımcı olur. Bu olaylar bir yandan postacıların cahil­liğini, fakat aynı zamanda insancıl iyilikseverliklerini, diğer yandan ise onların maaşlarının ne kadar az olduğunu göstermekteydi.
Dünya çapında ün kazanmış ve dolayısıyla hergün büyük miktarda posta gelen cerrah Rudolf Nissen, birden 14 gündür hiç mektup alma­dığını farketti. Bu 1933 senesinde, Aralık ayının başlangıcında veya ortasında idi. 24 Aralık'ta nihayet sevincinden coşan postacısı elinde iki büyük posta sepetiyle evin kapısında göründü. Evde bulunanların ter­cümelerine göre, postacı ancak o gün gelmesini şu sözlerle açıklamış: «Profesör bey, postanız işte burada. Bugün büyük bayramınız olduğunu bildiğimden, geçen haftalarda gelen postaları biriktirip, sizi bayramınızda sevindirmek için şimdi getirdim».

Türkiye'ye gelişimizin ilk günlerinde uzun zamandır orada yaşıyan tanıdıklarımız, mektuplarını Avrupa'da olduğu gibi pullayıp en yakın posta kutusuna atmadan önce, üzerine damga vurdurmamızı tembih etti­ler, yoksa aylıkları düşük olan postacılar pulları kullanmak üzere mek­tuplardan söküp tekrar satarlarmış. Böyle bir tutumun yaygın olup olmadığını bilmem, fakat her halükarda böyle bir tavrın gelişmesi resmî makamlarda çalışanların gelirlerinin ne kadar düşük olduğunu kanıtlıyor ve diğer yandan bahşiş geleneğinin sebebini de açıklıyor. Düşük gelir ve rüşvet gibi birbirini tamamlayan bu iki görüntüye kalkınmakta olan bir­çok ülkede rastlanıyor. Bütün parasal ödentiler kamu sektöründe çalışan kabarık sayıdaki memurlar açısından kansal bir ilişkiyi yansıttığı gibi, bu memurların moral düzeylerini yükseltmeye de kuşkusuz pek elverişli olmamaktadır. Bu düşüncelerden ötürü, akıllı bir kalkınma yardımı po­litikası tartışmalarında ekonomik alanda gelişmemiş ülkelere malî yardı­mın yalnız dar anlamda maddi yatırım için değil, bilakis kamu alanında çalışanların gelirlerinin yükseltilmesi için ve bunların sayısının - hemen bir defada değilse de - yeterli bir sayıya indirilmesi şartıyla, verilmesinin olumlu olacağı görüşünü savundum.
Bizim zamanımızda, özellikle kadın ve erkek işgücünün köyden şehire akın etmesinden dolayı, hizmet ücretleri Avrupa ölçülerine göre çok düşüktü. Böylelikle, hepimiz kolaylıkla devamlı bir hizmetçi veya hademe tutabiliyorduk. Üstelik vasıfsız olanlar kamu sektöründe çalışanların büyük bir kısmını oluşturuyordu. Bu üniversitelerde çalışan kişiler için de geçerliydi. Ne yazık ki, bu zavallıların çoğu, düşük kazançlarıyla en basit ihtiyaçlarını bile karşılamaktan acizdiler. Misal olarak belirtmek isterim; her profesörün kapısında bir hademe veya hizmetçi beklemek­teydi. Benim kapımda ise, bütün seneler boyunca, son derece güleryüzlü ve hizmet sever Şükrüye hanım, beklemekteydi. Aslında bu hademelerin sadece üç görevleri vardı: Birincisi, profesör yaklaşırken tahta sandal­yesinden ayağa kalkıp eğilerek selam vermek ve gerektiğinde şapkasını, mantosunu ve şemsiyesini almak; ikincisi, ona ve misafirlerine meşhur Türk kahvesini pişirmek ve servis yapmak; üçüncüsü ise, pencereyi aç­mak ve kapamaktı. Çünkü böyle bir basit el hareketi profesörlere yakış­tırılmıyordu. Bunun dışında üniversitede, tek bir profesörün değil de, fakülte bürosuna bağlı olarak hizmet yapan bir odacı daha bulunmak­taydı. Onun vazifesi ise, her ders başında, profesörün önünden gidip, konferans salonu'nun kapısına iki kez vurarak hocanın gelişini bildir­mekti. Böyleleri ve buna benzer birçokları, kalkınmakta olan ülkelerde yoğun olan gizli işsizliğin temsilcileriydiler. Ellerine geçen maaşları ise ayda ancak 50 Alman markını oluşturuyordu. Her ne kadar bu miktar, Türkiye'deki satın alma gücünü saptamak üzere üçle çarpılsa da, onlara bahşiş vermenin gerekliliği veya benim Şükrüye hanımım'da olduğu gibi, karşılığında para almadan üniversite odalarının birinde yerde yatabilme­lerini sağlamak, kaçınılmaz bir zorunluluk haline gelmişti.
Varışımızdan kısa bir zaman sonra Türk polisiyle tanıştık. Çünkü biz semtimizin karakolunda ve «dördüncü şube» adı verilen, emniyet mü­dürlüğünde yabancılar polisi nezdinde kayıt yapmak zorundaydık. Böy­lelikle her akla gelen durumda gerekli olan ve «ikamet tezkeresi» denilen ve sonra yeni Türkçede «kimlik» adına dönüşen hüviyeti alabiliyorduk. Böyle bir hüviyet almak, yabancı olan ve hükümet tarafından çağrılan profesörler için güçlük yaratmazdı. Fakat belki daha elverişsiz bir po­zisyonda olan mülteciler için güç olabilirdi.
Benim izlenimlerime ve tecrübelerime göre, Türk polisi olağanüstü yeteneğe sahipti. Belki de bunun nedeni, kısmen apartman ve iş hanlarının kapıcı adı verilen ve Fransızların «concierges» benzeri bekçileri ile sıkı bir işbirliği altında çalışmalarından ileri gelmekteydi. (Türk polisi Fran­sız polisine benzer şekilde organize edilmiştir.) Kapıcılar ve kapı bekçi­leri çevrede olup bitenlere büyük ilgi gösterirlerdi. Bir başka deyimle, meraklı olarak da adlandırılabilirler. Parisli meslektaşlarmda görüldüğü gibi, bunlar da apartmanların kiracıları ve ziyaretçileri arasında olan ilişkiyi değerlendirme kabiliyetine sahiptirler. Onlarla iyi geçinmek en mantıklı davranıştı.
Polisler kapıcılar sayesinde edindikleri bilgiler dışında, her zaman olup bitenlerden gayet iyi haberdardılar. Küçük bir örnek verebilirim; 1935 senesinde olması gerek. Atatürk, özen gösterdiği içki masasının etrafında birkaç dostuyla birlikte oturmuş içki içerken, ülkesinin polis­lerinin ne kadar yetenekli oldukları konusuna değinmiş. Bir İngiliz diplomatı'nın kendi ülkesinin polislerinin dünyada en iyi polisleri olduklarını iddia etmesi üzerine, Atatürk, mesela Ankara'da polise verilen herhangi bir vazifenin bir saat içinde yerine getirildiğini ileri sürünce, diplomat da birinci ataşesinin o saatte nerede olduğunun tesbit edilmesini teklif etmiş. (Vakit ise bu arada Pazar gününün sabah saatlerine yaklaşıyormuş.) Atatürk'ün verdiği emir üzerinden henüz bir saat geçmeden, sözü edilen ataşe, biraz mahcup ve dağınıklık içinde, polisin onu Amerikalı kız arka­daşının yanından aldığı gibi hala pijamalı olarak, topluluğun karşısında belirmiş. O saatte ataşenin nerede olabileceğini keşfetmek, başarılı poli­sin sadece birkaç dakikasını almış.
Benim özel olarak polisle iki kez tecrübem oldu. Birincisi şöyle geçti: Hitler'in iktidara gelmesinden kısa bir süre sonra, adı Karl Menges olan bir genç slavist, son olarak Prusya İlimler Akademisinde ilmi sekreter olarak çalıştığı Almanya'yı terketti. Ne ırksal, nede siyasi nedenlerden ötürü baskı altında olduğundan, «gönüllü mültecilerden» idi. Henüz do­çentlik unvanını almamış olduğundan, Türkiye'de - bir süre Ankara'da, bir süre İstanbul'da- ancak benzeri düşük işlerde çalışabilmekteydi. Ha­nımı ve çocuğuyla eski Pera (şimdi Beyoğlu) semtinde, mütevazi bir dairede oturuyordu. Gençliğine rağmen, tanınmış olmasından ötürü, New York'un Colombia Üniversitesi kendisine 1939 senesinde çağrıda bulundu. (Savaştan sonra kendisiyle, Colombia Üniversitesinde misafir profesör­lüğüm esnasında bu üniversitede ve daha sonra, onun Giessen'de verdiği «Goldene Horde» (Altın Kafile) adını taşıyan konferansta karşılaştım.) Çağrı eline geçtiğinde 2. Dünya Savaşı başlamıştı bile. Bu yüzden her zamanki yoldan ABD'ye seyahat etmesi olanaksızdı. Ve böylece Menges maceralı yol olan ve henüz savaşa katılmamış Rusya ve Japonya üze­rinden seyahat etmeyi seçti. Herde yanına aldırtmak üzere, ailesinin bu arada istanbul'da benim ve hanımımın himayesi altında bulunmasını sağ­lıklı buldu. Birkaç kez ailesine giderek, kocasından haber gelip gelme­diğini ve ihtiyaçları olup olmadığını sordum. (Bu arada belirleyim, çeşitli sebeplerden ötürü Menges'in hanımı kocasının yanma gitmeyip, savaş yılları içersinde Almanya'ya geri döndü ve orada ruhsatlı dişçi olarak kolayca çalışma olanağı buldu.) 1940'ların başında aniden tevkif edildim. Çünkü Menges'in Rusya üzerinden gitmesinden şüphelenen polisler, onun Rusya'nın lehine ajanlık yaptığından şüphelenerek, benim Menges git­tikten sonra hanımıyla yaptığım görüşmelerin içeriği hakkında bilgi ver­memi istediler. Bense, polislere birincisi Menges'in Nazi aleyhtarı, fakat komünist olmadığını; ikincisi Rusya üzerinden dolambaç yaparak, New York'ta verilen profesörlüğe başlayabilmesi için ABD'ye gitmesinin tek çare olduğunu ve üçüncüsü Bayan Menges'e yaptığım ziyaretlerin (demek ki bunlar gözlenilmiş ve kaydedilmişlerdi), politik içerikte olmayıp, yalnız insancıl nedenlerle olduğunu izah edinceye dek epey zorluk çektim.
Polisle geçen ikinci hadisem ise, epey eğlenceliydi, İstanbul Ticaret Odasındaki toplantıya gitmek üzere tam taksiye bineceğim anda, kıyafeti düzgün bir Türk «Ah, Profesör, sizinle nihayet karşılaştığıma o kadar memnunum ki; beraberce gidip bir bira içmeye ne dersiniz?» diyerekten bana hitap etti. (Kendisi Türkçe konuşuyordu.) Gelir vergisi reformu, o zamanın en güncel konusu olduğundan, fotoğraflarım birçok gazetede basılmıştı. Bu yüzden profesör olduğuma dair teşhis koyması, zor sayıl­mazdı. Bense bu adamı daha önce hiç görmediğimden kesinlikle emindim. Aynı zamanda acelem olduğundan, birkaç kelimeyle; maalesef şimdi vaktim yok, bir toplantıya katılmak zorundayım, belki başka bir zaman, v.s. gibisine, kibarca teklifini geri çevirdim. Karşımdaki adam ise kolay ikna edilmiyordu. Aksine, yabancılar polisinde - adı geçen dördüncü şubede - müdür olduğunu ve arada sırada yardımcı olabileceğini iddia edi­yordu. Bunun üzerine, bende bu adamın bir dolandırıcı olabileceği şüphesi doğmaya başladı ve adam: «Eğer şimdi vaktiniz müsait değilse, o zaman bana lütfen bir Lira verin de, bari ben sizin şerefinize bir bira içeyim» diyerekten devam edince, şüphem kesinleşti. Bu ricasını da geri çevire­rek, Ticaret Odasına gittim. Vardığımda başımdan geçen hadiseyi anla­tınca, bulunanlardan birisi, bu olayın hakiki yabancılar polisi müdürünün ilgisini çekeceğinden, ona telefon etmeyi uygun buldu. Ve hakikaten ertesi sabah, adı gecen memur bana telefon ederek, kendisini ziyaret etmemi rica etti. Esasen emir sayılabilecek bu ricayı hemen kabul ettim ve derhal giderek, başımdan geçen hadisenin raporunu verdim. Daha sonra yan odaya geçtiğimde, bir başka memurun gösterdiği fotoğraflar arasından, dolandırıcıyı tesbit edebileceğim umuluyordu. Fakat elime ve­rilen hiçbir fotoğrafta, bir gün evvel tanıştığım «dostumu» tanıyamıyordum. Yalnız bir tanesinde aranan kişinin, önümde fotoğrafı duran şahıs olabileceği ihtimali doğdu. Memur zahmetime teşekkür etti ve aynı gün öğleden sonra kapımın zili çaldı; içeriye sabahki polis memuru ve bera­berinde, girer girmez aranan dolandırıcının kendisi olmadığını açıklamam için yalvaran, epey malul görünümlü bir kişi girdiler. Daha ilk bakışta onun aynı şahıs olmadığım söyledim. Bunun üzerine minnet dolu zavallı adam ayaklarıma kapanarak, ayakkabılarımı öpmek için uğraşmaya baş­ladı. Hemen yerden kaldırarak, sadece hakikati söylediğimi, bana hiç de minnet borcu olmadığını izah etmeye başladım. Benden özür dileyen polis yanında getirdiği adamcağızı alarak ayrıldı. Fakat aradan henüz 24 saat geçmeden bir başka polis bana ziyarette bulundu ve hemen izaha,girişti: «Biliyor musunuz Profesörüm, bizim mesleğimizde de iş bölümü ve ihti­sas önemlidir. Dün size fotoğrafları gösteren ve daha sonra bir sanık getiren arkadaş aslında başka işlerden mesul. Dolandırıcılarla ilgilenmek bana mahsustur, inanın asıl sahtekarı bulacağımızdan eminim». Bu söz­ler üzerine, önüme bir düzine fotoğraf çıkardı ve onlara göz atmamı rica etti. Kısaca göz gezdirdikten sonra, bana kendisini dördüncü şube mü­dürü olarak tanıtan adamı resimlerden birinde tekrar tanıdım. Memur sevinçle gülümsiyerek, aranan adamın kesinlikle fotoğraftakiyle aynı kişi olduğunu destekliyerek, zaten önceden tahmin ettiğini belirtti. Söz-konusu şahıs «tükürük komiseri» olarak polis tarafından tanınmakta ve benzeri sahtekarlıklarından ötürü de aranmaktaydı. Polis memurunun açıklamasına göre; Belediye birkaç zaman önce sıhhi nedenlerden ötürü sokaklara tükürmenin yasaklanmasına ve aykırı harekette 10 lira ceza kesilmesine dair kanun çıkartmış. Aranan şahıs ise, sokakta kanuna riayet etmeyen şahısları durdurup kendisini polis komiseri olarak tanıttık­tan sonra, beraberce en yakın karakola gitmelerini talep edermiş. Tabii her seferinde olay, suçluların sahte komiserin cebine giden iki veya üç lira rüşvet vermeleri ile hallolurmuş. Bu olaylarda sanık görev gasbı suçundan ötürü arandığından, polis memuru eğer benim için bir mahzuru yoksa, «tükürük komiseri» ile birlikte ertesi gün öğleden sonra tekrar gelebileceğini belirtti. Suçluyu acaba bu arada yakaladınız mı diye sor­mam üzerine, memur henüz olmadığını, fakat ilişkiler sayesinde dolan­dırıcının kesinlikle en geç ertesi gün öğleden sonraya kadar yakalana­cağı cevabını verdi.
Hakikaten ertesi gün memur tam verdiği vakitte yanında bir şahısla belirdi. Görür görmez memurun beraberinde gelen şahsı tanıdım. O ise, memurun arkasından bana igaretîe, aksini söylemem, için yalvarıyordu. Bunu yapmam tabii imkansızdı ve böylece polise, karşımda duranın, ken­disini bana dördüncü şube müdürü olarak tanıtan adam olduğunu söyle­dim. Polis memuru bunun üzerine hemen konuyla ilgili raporun tutulma­sını önerdi ve daktilom var mı diye sordu. Kendisine olduğunu söyleyince, memur çok kötü yazdığını itiraf ederek, onun yerine benim daktiloda yazmamı rica etti. Böylece polisin söylediklerini daktiloya geçerek, raporu yazmaya başladım. Fakat olayın ancak üçte,birini yazdıktan sonra, me­mur derin derin içini çekmeye başladı ve benden bir sigara rica ettikten sonra bana yönelerek: «Ah, profesör bey, biliyor musunuz, aslında bu adama yazık olacak. Sabıkalı olduğundan, eğer bu olaydan ötürü de hü­küm giyerse, sonu gelmiş demektir. Geçenlerde dalgıç olarak cazip bir çalışma teklifi aldı. Belki bu iş onun ilerde nihayet dürüst bir yaşam sürdürmesini sağlayabilir», deyince, ben hemen suçlunun polise önceden beni ikna etmesi için rüşvet verdiğinin farkına vardım. Yine de bu sözler, beni zor duruma düşürdü. Çünkü hakikati zedelemeden, bu adamın - eğer doğruysa- dürüst bir yaşama dönmesinde nasıl yardımcı olacağımı henüz bilmiyordum. Sonunda, protokole geçirebileceğim, hem benim vic­danıma fazla dokunmayacak, hem de adamın geleceğini tamamen zedelemeyecek şöyle bir cümle aklıma geldi: «Bir taraftan büyük bir ihtimalle Bay X’i kendisini bana dördüncü şube müdürü diye tanıtan kişi olarak tekrar tanıdığımı sanmama rağmen, diğer taraftan tüm şüpheleri orta­dan kaldıracak şekilde kesin karar kılmam maalesef olanaksız.» Bana adil gözüken bu formül dolandırıcıya acaba hakikaten dalgıç olarak çalışmasını ve dürüst bir yaşamı başlatabilmesini sağladı mı, bilmiyorum.
Türk mahkemesiyle edindiğim ilk tecrübe ise değişik ve aynı zaman­da cansıkıcı idi. Bu tecrübemi bir savaş yılında soruşturma için çağrıl­dığım askerî mahkemede edindim. O zaman tüm ülkede sıkıyönetim ilan edilmişti. Bu nedenle, tüm ülke güvenliği casusluk ve benzeri konularda askeriye sorumluydu. Böyle bir mahkemeye çağırılmamın nedeni şuydu: Savaşın başlamasından kısa bir süre sonra, yeni bir elemana asistan olarak ihtiyacım vardı. Uzun zaman uygun birisini aradığımdan, Ame­rikan Üniversitesinden diploma almış olan ve meslektaşım Hazım Atıf Kuyucak'ın tavsiye mektubuyla genç bir iktisatçı müracaatta bulundu­ğunda, çok sevindim ve bende olumlu etki bıraktığından müracaat eden Mihri Belli asistanlığa alındı. Kısa zamanda hayli zeki olduğunun farkına varılan Belli, konuşma esnasında siyasete değinildiği zaman, Amerika'da gerçekleştirildiği gibi demokratik bir sistemin taraftarı olduğunu belir­tirdi. Günün birinde Belli'nin komünist propagandası yapmasından ötürü tutuklandığını öğrenmek, benim için büyük bir sürpriz oldu. Belli, beni müdafaa şahidi olarak bildirmişti ve bu yüzden mahkeme tarafından soruşturmaya çağırılmıştım. Zanlı'nın komünist taraftarı olduğundan hiçbir zaman şüphelenmediğimi, aksine onu hakiki bir demokrat olarak tanıdığımı ve kendisinin bana kesinlikle şüpheli görünmeyen meslekdaşım Kuyucak tarafından tavsiye edildiğine dair verdiğim ifadenin faydası dokunmuş olsa gerek M. Belli yalnız çok kısa bir hapis cezasına mahkum edilerek, kendini ucuz kurtardı. Fakat ilerde tekrar komünist casusu olarak - silahla - suçüstü yakalanıp uzun hapis cezasına mahkum edilmiş.
İkinci tecrübe - bu kez sivil mahkemeyle - on senelik kiracısı oldu­ğumuz evin sahibinin bana karşı açtığı dava nedeniyle olmuştu. Olayla ilgili ayrıntılardan bahsetmem burada pek önem taşımıyor. Yalnız dava için önemli olan bir noktaya değinmem gerekir. Savaş süresince, başka yerlerde olduğu gibi, İstanbul'da da çok az yeni bina inşa edilmişti. Ki­ralar bu yüzden ve enflasyonun getirdiği baskı altında epey yükselmişti. Para değerinin sürekli düşürülmesine karşın, aylıklarımızda hemen he­men hiçbir değişiklik olmamıştı. Bu nedenle ev sahibinin kirayı yükseltme taleplerini her seferinde kabul etmem imkansızdı. Bu taleplerin üstüne bir de tamirat ve benzer masraflar gelince, itirazda bulunmam, ev sahi­binin hakkımda dava açmasına neden olmuştu. Ev sahibim yalnız benim görüşüme göre değil, her açıdan alışılmamış bir kadındı. (Hatta bir gün tanıdık bir savcı ev sahibimizi müzelik bir kadın olarak tanımlamıştı.) Avukat çıkmış ve aynı zamanda bizim gibi Kadıköy'de oturan eski bayan öğrencilerimden birine, benim davamı üzerine alması için ricada bulun­duğumda, gözleri yaşla dolan kızcağız, kendisine bu görevi vermemem için yalvarmaya başladı. Bu davranışının nedeni şuydu: Ona beni temsil etmesini rica edeceğimi tahmin eden ev sahibim, kızcağızı, eğer bu vazi­feyi üstlenirse istikbalini mahvedeceğini söyleyerek, tehdit etmiş. Burada, ev sahibemin beyinin Ankara Temyiz Mahkemesi hakimlerinden biri olduğunu belirtmek gerekir. Ev sahibem beyinin vazifesini ima ederek, o güne değin açtığı davaların hiçbirini kaybetmediğini geçmişte bana da çok kez hatırlatmıştı. Sonunda çok şükür metin ve gözü kolay yılmayan arka­daşım Hayri Dalman -kendisi Macar asıllı şahane bir kemancı bayanla evliydi - davamı üstlendi de onun sayesinde ev sahibem hayatında ilk kez, açtığı davaların birini kazanamadı.



















MÜLTECİLER VE «ÜÇÜNCÜ RAYH»ÎN TÜBKİYE'DEKÎ RESMÎ TEMSİLCİLİKLERİ İLE İLİŞKİLERİ
1933 sonbaharında İstanbul'a varışımızdan kısa bir süre sonra eski törelere uyarak Alman hükümetinin temsilcisine bir nezaket ziyareti yapma zorunluğunu hissettik. O zamanlar mültecilerle Alman makamları arasındaki ilişki genellikle henüz çok gergin olmadığından, Almanya'nın dış temsilciliklerinde geleneksel nezaket kurallarına uyulmaktaydı. Bu yüzden Alman Başkonsolosu, Röpke'nin ve benim ziyaretlerimizi nazik bir gekilde iade etti. Fakat çok geçmeden şartlar giderek kötüye dönüş­meye başladı ve Başkonsolosluk ve Ankara'daki elçilik ile hertürlü şahsi ilişkilerimizi mümkün olduğu kadar kestik. Bu tutumumuzu, Alman dip­lomatik temsilciliklerinin bize karşı son derece soğuk davranmaları da kolaylaştırmıştı. Fakat, kendileri arasıra Türk makamları nezdinde bazı Alman dili konuşan mülteciler - örneğin Ernst Reuter - hakkında politik suçlama girişiminde bulundularsa da, profesörlerle ilgili bu türlü çaba­larında başarılı olamamışlardı.
İlk beş-altı yıl çoğumuzun Başkonsoloslukla olan tek ilişkisi, pasaport yenileme işleminden ibaretti. Bu tür işlemlerde uzun bir süre hiçbir zor­lukla karşılaşılmamışsa da, sonradan durum birçoklarımız için giderek nazikleşmekteydi. Bu gelişme, örneğin Alman Bakanlığının emri üzerine, Başkonsolosluğun bizlere gönderdiği 30 Mayıs 1938 tarihli yazının ilişiğindeki soru kağıdından belli olmaktaydı: Bunda bizden, Türk Hükümeti ile aramızdaki iş anlaşmasının başlangıç tarihi dışında, kendimizin ve eşimizin «âri» mi yoksa Yahudi mi olduğu ve akrabalarımız arasında «âri olmayan» kişilerin bulunup bulunmadığı gibi bilgiler istenmekteydi.
O zamanlar başlayan baskı, İsviçre yabancılar polisi başkanı Dr. Heinrich Rothmund'un önerisi üzerine, sahipleri nasyonal-sosyalist stan­dartlara göre Yahudi olan Alman pasaportlarına kırmızı ve büyük bir harfle «J» («Y») damgası vurulmasına kadar giderek daha da şiddet­lendi. Fakat bu damga da daha ağır uygulamaların sadece ilk adımıydı. Günün birinde eşim ve çocuklarımla herhangi bir neden gösterilmeksizin Alman vatandaşlığından çıkarıldığımı gayriresmi bir kanaldan haber al­dım, İsviçre'de bulunan bir tanıdığım, tesadüfen okuduğu 161 nolu ve 12 Temmuz 1940 tarihli Alman resmi gazetesinde bu habere raslamış. Alman İçişleri Bakanlığının söz konusu ilanında, ayrıca «tüm servetime el konulduğu» da bildirilmekte imiş. (Aslında bununla, benim hiçbir ser­vetini olmadığından, eşimin Almanya'da bir bankadaki az miktarda pa­rası kastedilmekte idi.) «Âri olmayan» Almanların hep birden vatandaş­lıktan çıkarılması, bu olaydan bir süre sonra gerçekleşti. Bana neden böyle bir özel muamele yapıldığını hala öğrenemedim. Her neyse, bizim gibi daha birçokları pasaportsuz kalmıştık ve bu da, savaşın bağlamış olmasından ötürü, hiç de iç açıcı bir durum değildi. Tabii buna bir de eşimin ve benim, ne de olsa vatanımız bildiğimiz bir ülkeden resmen kovulmaktan duyduğumuz üzüntü de ekleniyordu. Bu arada, Türk hükü­metinin bizlere pasaportsuz kaldığımız süre zarfında da hiçbir zorluk çıkartmadığını, aksine hatta müsamahakarca bu müddeti atlatmamızda yardımcı olduğunu minnetle vurgulamak isterim.
Ben şahsen 1930'larda yalnız bir kez bir Alman elçisi ile karşılaştım. Bu da epey önemsiz bir şahsiyet idi. 1935'den 1938'e kadar Ankara'da elçilik görevinde bulunan Bay A. F. W. von Keller. Kendisiyle karşılaş­mamız oldukça tipikti. Türkler tarafından tertiplenen resmi bir toplan­tıda, İstanbul'daki «Deutsche Örientbank»ın genel müdürü olan bir ah­babım, Johannes Posth, beni Bay von Keller'le tanıştırdığı zaman elçi bana: «Karşılaşmamış oluşumuz çok tuhaf, ne zamandan beri İstanbul'­dasınız?» diye sormuştu. Ben de kendisine «1933'den bu yana Ekselans» cevabını verince, kısa ve anlamlı, fakat diplomatik incelikten uzak «De­mek ki o yüzden» sözünü eklemişti.
Herhalde Viyana'daki başarılı politikasının bir mükafatı olarak Franz von Papen de uzun yıllar Ankara'da Alman elçisi olarak bulundu. Birinci Dünya Savaşı sırasında çevirdiği entrikaların kendi dikkatsizliği netice­sinde ortaya çıkartılmasından ötürü ABD'de itibarını yitiren Papen bu ara diplomasi alanında mutlaka çok şey öğrenmiş ve özellikle yalancılık sanatını iyice kavramıştı. Onun bu özel hünerini, isminin benim için henüz bir anlam taşımadığı bir zamanda tesadüfen duymuştum. Papen 1925 yılında Prusya Parlamentosu üyesi iken, bir Merkez Partisi milletvekili için alışılmamış nutkuyla göze çarpmış ve kısa bir süre sonra da kendi partisinin başkanı Wilhelm Marx'ın başbakanlık adaylığının başarısızlıkla neticelenmesine katkıda bulunmuştu. Onun bu davranışının esas neden­leri ilgimi çektiği için, o zamanlar hariciye arşivinde «bilimsel yardımcı» olarak çalıştığım Alman Maliye Bakanlığının haberleşme servisinde görevli (ve Merkez Partisi eğilimli) meslekdaşım Johanna Öhlmann'a Papen'in nasıl bir kişi olduğunu sormuştum. Bana verilen tavsiye, Prusya Eyalet Parlamento'sunun bir oturumunu seyirci olarak izlemem ve Pa­pen'in nutuk atarken nasıl hep tavana baktığını ve tavandaki kirişlerin söylediği yalanlara dayanıp dayanmıyacağını gözetlediğini kendi gözümle görmem oldu. Hitler'in iktidara el koymasında önemli bir rol oynayan Papen'in karaktersiz tutumunun örnekleri, sadece 1934 Rohm «darbesi­nin» bastırılmasından sonra birlikte çalıştığı en yakın iki arkadaşının öldürülmelerine hiç itirazsız göz yumması değil, savaştan sonra Nazilerin yargılandığı Nürnberg Mahkemelerinde beraat ettikten sonra da çekin­meksizin «Gerçeğe giden dar bir yol!» gibi tahrik edici başlıklı bir kitap yayınlaması olmuştur. Rudolf Nissen'in hatıratında bu kitabı «okuyucunun zekasına hakaret» olarak vasıflandırması, hiçte haksız sayılmaz.
Viyana'da elçi iken, Avusturya'da demokrasi ve bağımsızlık taraf­larınca hiç sevilmeyen Papen, bu yüzden de özellikle meslekdaşım Josef Dobretsberger'in gözünde diken olmuştu. Ve ayrıca, bir şahsi karşılaşma sonucu araları daha da açılmıştı. Dobretsbergeri'n bakanlık yaptığı dö­nemde Viyana Üniversitesi'nde verdiği bir konferansa kabine üyelerinin yanısıra birçok diplomatlar ve bunların arasında Papen de katılmıştı. Konferanstan sonra kendisini tebrik etmek isteyenler arasında Papen de bulunduğu halde Dobretsberger onun uzattığı eli sıkmamış ve ona sırtını çevirmiştir. Dobretsberger, Papen'in Türkiye'ye kendisine karşı beslediği kinden dolayı, ondan intikam almak için geldiğini ve hatta Alman elçi­liğinin emri üzerine kendisini zehirlemeye teşebbüs edildiğini iddia etmek­teydi; ama hayali pek geniş olduğundan, bu iddiaların ne derece gerçek olduğunu bilemiyeceğim.
Bu yaptığım açıklamaları, kısaca Türkiye'deki mültecilerin 1930'la 1940'larda Alman makamlarıyla olan ilişkileriyle bugünkü durum arasın­daki farkı mukayese etmeden kapatmak istemiyorum.
Bugün Alman profesörleri, daha önceden ağır siyasi şartlar altında Türkiye'de bulunmuş olanlar veya ilk kez bu ülkeye gelenler arasında hiçbir ayırım yapılmaksızın, Alman elçisi, Başkonsolos veya temsilcileri tarafından son derece kibarca karşılanmaktadırlar. Yine de yukarda be­lirttiğim zamanın üzerinden 20 veya 30 sene geçmesine rağmen, örneğin, Başkonsolosun daveti üzerine, öğle yemeği için Boğaz'ın en güzel yerinde bulunan ve Osmanlı döneminde Alman imparatorluğu elçiliği olarak kul­lanılan konsolosluk binasına adımını attığında, insan ister istemez nas-yonal-sosyalistlerin döneminde en alt katta bulunan Nazi memurlarının karşısında, neredeyse hayatta olduğundan ötürü özür dilercesine titredi­ğini hatırlıyor.
1933/34 senesinde durumumuz daha farklıydı. Konsoloslukta biz mültecilerle son derece nazik ve doğru davranan memurlar arasında, von Graevenitz adında bir konsolos vekili bay da yer almaktaydı. Savaştan sonra bu bay, bir müddet Başkonsolos olarak İstanbul'da görev almıştı. 1950'lerin başında Frankfurt'ta verdiğim bir konferansta onunla tekrar karşılaşmam beni hakikaten çok sevindirmişti.
1938'de ve bilhassa 1939'da her geçen ay savaşın kaçınılmazlığının gitgide arttığı dönemde, belirttiğim gibi Alman hükümeti makamının bizlere çıkarttığı zorluklardan ötürü ve de Türk hükümetinin kontratlarımızı uzatıp uzatmıyacağmı veya Avrupa'da kalmamızın doğru olup olmadığı belirsizliği içinde geleceğimize kuşkuyla bakmaktaydık. Böylece dışarıyla, yani çoğunlukla ABD'yle irtibat kurmaya başladık. Ben ise 1938 başla­rında, 1935 senesinde ırksal veya siyasi nedenleri olmaksızın Harvard Üniversitesi çağrısını kabul eden ve kısa zamanda kendini tanıtan Josef Alois Schumpeter'e bir mektup yazarak, benim orada çalışma imkanla­rımı araştırmasını rica ettimdi. (1932 kış sömestrisinde onun kürsüsünü Bonn'da temsil etmiştim.) Çok kısa bir zaman sonra elime gayet nazik ve ayrıntılı olan cevap mektubu geçti. Tabii ki aslında orada bulunmam gerektiğini, fakat Amerikalıların öyle kolay kolay yaş tahtaya basma­dıklarını, bu yüzden önce oraya gitmem gerektiğini, ama kesinlikle altı ay veya bir sene içersinde uygun bir vazife bulacağımdan emin olduğunu yazmaktaydı.
Bu demek oluyordu ki, orada elime ilerde çalışma kontratı geçece­ğinin güvencesini sağlamadan Türkiye'yi ABD ile değişmem gerekiyordu. Aslında, Schumpeter'in Amerikan Üniversitelerinin tutumları hakkında yazdıklarını anlıyordum. O zamanlar henüz hemen hemen hiçbir İngilizce yayınım mevcut değildi. Hernekadar Schumpeter, benim orada istikbali­min olumsuz sonuçlanabileceğine inanmadığım yazsa da, yine de bir türlü böyle bir riski göze almaya içim razı gelmiyordu. Bilhassa eşime, çocuk­larıma ve anneme olan sorumluluğum, ayrıyeten yüksek seyahat mas­raflarım karşılayacak ve altı ay, hatta daha bile uzun müddet hiçbir gelir sağlamadan orada kalabilmemize imkan verecek bir tasarrufun elimde bulunmaması, beni düşündürüyordu. Ancak o zaman, belirli bir miktar mali rezervin bir insanın mesleki istikbali için ne kadar önemli olduğunu anladım. Böylece, uzun bir müddet düşündükten sonra Schum­peter'in tavsiyesini reddettim. Fakat 1939'da tekrar, «Üçüncü Rayh»ın kuruluşundan kısa bir süre sonra, New York'ta «New School for Social Research»de profesörlüğe atanan arkadaşım ve meslektaşım Gerhard Colm vasıtasıyla orada biraz olsun güven verici bir vazifeyi elde etme girişiminde bulundum. Colm, Şubat 1939'da yazdığı cevap mektubunda birçok Amerikalı meslektaşıyla benimle ilgili görüşmeler yaptığını, ABD de «hiçbir yerde çalışma olanağı olmayan profesörleri vazifelendirmekten» yana olduklarını bildiriyordu. Schumpeter gibi o da, Birleşik Devletlerde herhangi bir şahsa ülkede olmadan ve kendini tanıtmadan bir vazifenin bulunmasının çok güç olduğunu belirtiyordu. Bunun yanısıra, Avustur­ya'dan gelmekte olan «ikinci mülteci dalgasına» değiniyordu. Tüm bu nazarı itibare alman düşünceleri gerçi anlıyordum, fakat bunlar endişe­lerinin ortadan kalkmasını sağlayamıyordu. Halbuki ben kendi kendime, durumumu süresi kısıtlanmamış bir görev bağında bulunduğumdan baş­kalarından hakikaten daha iyi olduğunu söylüyordum. Bu esnada aklıma sık sık Lötitia Buanopartes'in «pourvu que ça dure» değişi geliyordu.
Beni ve şahsi endişelerimi bir yana bırakırsak Avrupa'yı, Türkiye de dahil olmak üsere, terkedebilecek imkanı (ve cesareti) olan herkes, herşeye rağmen bu imkandan istifade etti. Amerika'ya gitmek üzere İstanbul ve Ankara'yı terkeden meslektaşlarımdan bu kitabın başka bir kısmında bahsetmiştim.
Aslında Türkiye'de kaldığıma katiyen pişman olmadım. Amerika Birleşik Devletleri’ni ilk kez savaştan sonra ziyaret ettim. Daha sonra da ailevi ve mesleki nedenlerden ötürü, hemen hemen her iki senede bir uzun veya kısa bir müddet orada bulunma olanağım oldu. Bilhassa misafir olarak New York'un Kolombiya Üniversitesinde verdiğim konferanslar sayesinde elime ülkeyi, halkı ve aynı zamanda meslektaş ve Amerikalı öğrencileri tanıma fırsatı geçti. Amerika'da birçok kişiyle dostluk kur­dum. En önde, bugüne dek yakın ilişkimiz olan Carl S. Shoup ve eşi gel­mektedir. Cambridge, Washington ve Kaliforniya'da ve bazı açılardan New York'ta kendimi rahat hissettim. Yine de, eğer talih benim yolumu hemen 1933 senesinde gençliğimde oraya düşürseydi, ancak o zaman Amerika'nın iklimine - fiziksel ve sosyal açıdan - iyi bir şekilde alışabi­leceğimi sanıyorum.
























ÜNİVERSİTE DIŞINDAKİ YAŞANTI
Çalışma zamanımızın uzun bir süresinde, özellikle İstanbul'da, An­kara'da ve bu iki il arasında, mülteci Alman ve Avusturyalı bilim adam­ları ve sanatçıların büyük bir kısmı, sıkı ilişkiler içinde bulunuyorlardı. En azından savaşa kadar, sırf eğlence havası taşıyan toplantılar olu­yordu. Bunun dışında, mesleki bir konferansın akabinde çeşitli dallarda ilmi tartışmalar yapmak amacıyla, iki üç haftalık aralıklarla bir arka­daşın evinde buluşuyorduk. Sosyal bilim dallarında çalışanların verdikleri konferanslar, sayısal olarak ilk planda olmasına rağmen, fen bilimleri ve tıbbi dallardaki arkadaşlarımız da, bize problemlerinden ve dertlerin­den birşeyler aktarmaya çalışıyorlardı. Tüm katılanlar için kişisel ve bilgisel açıdan bir kazanç niteliğindeki bu toplantıları, hoş bir duyguyla anımsarım. Bir Leo Spitzer'in veya Hans Reichenbach'ın, Ropke'nin, Rüstow'un ve diğer birçok kişinin değerli konferanslarından pek çok yararlanan, kanımca sadece ben değildim.
Üniversite dışında ve yukarda bahsedilen toplantılar haricinde mül­tecilerin yaşamları, kişilerin eğilim ve mizaçlarına göre doğal olarak değişik oluyordu. Bu mültecilerin büyük kısmının, zamanlarının çoğunu, genellikle veya sürekli olarak Alman arkadaşlarla ya da diğer mülteci­lerle birlikte geçirmeleri, anlaşılabilir hatta kaçınılmaz olabilir. Ben ise, sakıncalarının bilincinde olduğum «Ghetto» yaşamı sürdürmeyi, ta ba­şından beri istemedim. Talih eseri olarak Türk arkadaşlarımın arasında, kendileriyle çabucak sıkı dostluk ilişkileri kurulabilen iş arkadaşlarımız­dan Ömer Celal Sarç, Muhlis Ete ve daha önce de bahsi geçen Osman Okyar'ın yazlarını Atatürk'ün mücadele arkadaşı Fethi Okyar'a hediye ettiği Büyükada'daki şahane malikanelerinde geçiren ailesi gibi bir çok kimse bulunuyordu. Edebiyat ve müzik alanında son derece bilgili genç istatistikçi Haydar Furgaç ve onun yanısıra daha önce sözü edilmiş olan sağlık bilimci Muhiddin Erel'in ailesi de, bu tanıdık Türk çevresine da­hildiler.
Fakat yalnızca yüksek öğrenim görmüş Türklerle ya da mülteci profesörlerle görüşmekle kalmıyorduk. Bilakis başka çevre ve tabakala­rın insanları ile de görüşüyorduk. Türk, ispanyol Yahudisi, Hollandalı, Avusturyalı ve Macar iş adamları da tanıdık çevremize dahildiler. Bu tecrübeli iş adamlarıyla görüş teatisinde bulunmak, bana iktisat bilimcisi olarak çok yararlı olduğundan başka, bu kimselerin çoğu, akıllı ve kül­türlü kişilerdi, üstelik son derece güvenilir ve alakalı dostlardılar.
Hanımı gibi kendisi de Viyanalı olan Georg Mayer'i hoş bir duy­guyla anımsarım. Mayer, ünlü psikolog bayan Charlotte Buhler'in öğrencisî olarak doktorasını yapmıştı. Fakat sonradan, ta büyük babası tarafından kurulmuş olan, İstanbul'daki konfeksiyon mağazasını üzerine aldı, daha doğrusu Avusturya'daki politik durum yüzünden üzerine almak zorunda kaldı. Yakın tanıdıklarımız içinde ayrıca Hollandalı Henk Goemans ve yarı İngiliz olan hanımı bayan Gladys bulunuyorlardı. Mülteci olmayan Goemans, Fritz Aradt benzeri bir lisan dahisiydi. Einstein'in izafiyet teorisi Pythagoras kuralından ne kadar ayrıysa, bizdeki mutat çaprazvari kelime bulmacalarından o denli farklı olan «London Times'in» zor bulmacalarını çözebilmesi, Goemans'ın İngilizceye ne derece mükem­mel bir şekilde vakıf olduğunun bence en kuvvetli delilidir. Goemans çifti, karı koca Mayer'ler gibi çok iyi briç bilirlerdi. Almanya'da geleneksel olarak halen dahi daha çok skat oyununun tercih edilmesi yüzünden uluslararası ortalama düzeye erişememiş olan briç oyunu konusundaki mütevazi bilgilerimi, bu kimselere borçluyumdur.
Viyana'dan değil de, sonradan Yugoslavya'ya dahil olan, bir taşra şehrinden gelen ve eski Avusturya-Macaristan monarşisinin tipik savu­nucusu olan Bauer ailesiyle ta başından itibaren dostluk münasebetleri­miz vardı, işi yüzünden vaktinin çoğunu İstanbul'daki bürosu yerine Anadolu'da geçirmek zorunda olan Bay Bauer'in mesleği, kereste ihra­catçılığıydı. Hanımı Maria, gençliğinde şahane bir güzelliğe sahip olmuş olması gerek. Cemiyette gösterdiği büyük marifetliliğe, akıllılığa ve mütehakkim kişiliğinin bir benzerine dişi cinsin diğer temsilcilerinde hiç bir yerde rastlayamamışımdır. Bauer'in evi misafirperverliğiyle meşhurdu. Misafirler, millet ve mesleklerine göre oldukça kozmopolit ve karışık bir yapıya sahiptiler. Bauer'lerle olan dostluğumuz, çocuklarını da kapsamış­tır. Kızları Ruth, daha önce de bahsi geçen öğretmen Dr. Julius Stern'le evliydi. Eski Tuna monarşisine dahil kimselerin yemek pişirme sanatında, özellikle mütevazi bir şekilde «hamur işi» tabir edilen cazip tatlılar ala­nında ne denli yüksek bilgilere sahip oldukları, bana, Dobretsberger evi dışında ilk defa Bauer ailesinde malum olmuştur. Bauer ailesinin, seneler boyu eski pederşahi adetler çerçevesinde hane halkına dahil olan iki Hırvat kadın hizmetçileri vardı. Bizim gibi Kadıköy'de oturan Bauer ailesi, fikir ve yardımlarıyla özellikle ilk aylarda intibak etmemizi olduk­ça kolaylaştırmıştır.
Alman doğumlu bir kadınla evli mühendis Adil Gobay da yakın dost­larımızdandı. Bir çok İspanya asıllı Yahudi gibi o da Türkçe, Fransızca ve Almancayı aşağı yukarı aynı ayarda iyi konuşurdu. Ayrıca Alsas Almanı Rudolf Thilmany, hanımı ve çocukları da yakın dostlarımızdandı. Thilmany, ta 1913'de İstanbul'a bir Alman şirketinin memuru olarak gelmiş, şirket kapandıktan sonra Yahudi hanımı yüzünden orada kalmıştı.
İyi bir yelkenci olan Thilmany, benim en sevgili satranç arkadaşımdı. Kendisini mutat şark ticaret metodlarına hiç de uygun kılmayan, îyi Türkçe bilmesiyle de ortadan kaldırılamayacak kadar, oranın görüşlerine göre kusur sayılan yönü, tavizsiz dikkafalı, burnunun doğrultusuna giden tutumuydu. Bu noktada Kessler'e benzerdi.
Meslek dışı yaşamımızda müzikli toplantılar önemli bir rol oynardı. Ben, gençliğimde keman çalardım, İstanbul'da müzik meraklısı, özellikle oda müziğini seven çok sayıda Alman, Macar ve Türk bulabilmekten bü­yük memnunluk duymuşumdur. Bu alanda büyük başarılar gösterenler arasında, daha önce de defalarca bahsi geçen Muhiddin Erel, hanımı ve tabii, Licco Amar vardı. Licco Amar meslekten müzisyen olduğu için, biz amatörlere pek uygun düşmezdi. Diğer bir profesyonel müzisyen, Avus­turyalı piyanist Ferdi von Statzer idi. Bediha isimli çok ateşli ve kabi­liyetli bir Türk artistiyle evli olan Ferdi von Statzer, biz amatörlerle birlikte Quartett veya Quintett çalmak tevazuunu gösterecek kadar dostlukseverdi. Bu söylenilenler, aralarında Avukat Delman'ın hanımı, yu­karıda bahsi geçmiş olan Bayan Anni'nin de bulunduğu, gayet kabiliyetli birçok Macar bayan yaylı çalgıcı için de geçerlidir.
Sevimli ve hevesli, fakat müzik açısından belki de çok kabiliyetli olmayan Türk orkestra şefi Eşref'in yönetimindeki, o zaman hükümette olan Halk Partisi tarafından kurulan Kadıköy Halkevi'nde çalan amatör orkestraya senelerce katılmam, benim için çok ilginç bir olaydır. Orkestra üyelerinin değişik niteliklerine rağmen, aralarında hemen hemen profes­yonel sayılabilecek bir kaç kişinin bulunmasıyla, topluluğun genel kalitesi zamanla yükseldi. Öncelikle orta zorluk düzeyinde klasik ve romantik eserler çalıyorduk.
Bu müziksever orkestra üyelerinin herhalde hepsi, bir Ankara se­yahatini doruk noktası olarak görmüşlerdir. Ankara'da zamanın Cum­hurbaşkanı İsmet İnönü önünde bir konser verdik. Konserden sonra İnönü, bizi çaya davet etti. İsim ve yüzleri akılda tutma yönündeki mü­kemmel hafızası açısından tipik bir eski subay olarak kalan İnönü'nün, emir subaylarından birine bana çay koymaları için seslenmesi halen hatırımdadır: «Profesörün içecek bir şeyi kalmadığını görmüyor musun?!». Kendisiyle konuşulurken, «Paşam» diye hitabediliyordu. Kurtuluş sava­şında Paşa olarak büyük zaferler kazandığı için, tüm devrimci reform­lara rağmen bu hitap şekli aynen kalmıştı.
Dallararası bilimsel tartışmaların, müzik toplantılarının ve fırsat olunca sinemaya gitmelerin dışında, İstanbul'da su sporları yapıyorduk. On seneden fazla bir zaman oturduğumuz Kadıköy'deki ilk evimiz (Kadıköy ismi, Zürih gölü kıyısındaki Richterswi’le denk düşmektedir), Asya tarafında Marmara Denizine yalnızca bir kaç metre uzaklıktaydı. Evden bakıldığında, şehrin Avrupa yakası, özellikle eskiden Sultanların otur­duğu Saray'ın bulunduğu burun gözükürdü. Eskiden bu burunun üzerin­de büyük olduğu kadar çirkin bir bina olan Adilye Sarayı bulunurdu. Bu bina, daha geldiğimizin ilk senesinde bir gece ansızın azgın alevlerle temeline kadar yandı, içindeki dosya dağları, alevler için kuşkusuz bu­lunmaz bir yem teşkil etmişti. Aradan bu kadar sene geçmesine rağmen, koskoca binanın alevler içinde oluşturduğu korkunç ve muazzam görüntü, halen gözlerimin önündedir. Alevlerin ışığı, denizden öylesine aydınlık bir şekilde yansıyordu ki, evimizin balkonunda kitap okumak bile müm­kündü.
Yüzmek, kürek çekmek ve yelken sporları yapmak içimizden çoğu için, birbirine benzer nedenlerle oldukça önemli bir rol oynuyordu. Hafta sonları buluşularak, motorlu bir tekne kiralanır ve yakın çevrede gez­meye çıkılırdı. Marmara Denizindeki tropik bir karakter taşıyan adalara açıldığımız gibi, Boğazın ta Karadeniz'e bağlantı noktasına kadar da giderdik.
Su yerine dağları sevenler içinse, Anadolu'daki daha önce de bahsi geçen, bazıları tarafından Asya'nın «Olymp Dağı» olarak adlandırılan Uludağ, sevilen bir tatil yeriydi. Ta 1836 yılında Helmuth von Moltke, annesine yazdığı etkileyeceği bir mektupta bu dağı tasvir etmiştir. Baş­langıçta, mülteciler tarafından kayak turlarının çıkış noktası olarak, tabiri caizse, keşfedilen bu dağ ve çevresi, daha sonraları Alınan pro­fesörler tarafından, yanlarına genç Türk meslektaşların da katılmasıyla, Haziran ayının ortasından Ağustos sonuna kadar devam eden bunaltıcı sıcaklar esnasında da, şahane bir dinlenme yeri olarak saptandı. Bugün, bu dağa tırmananlar veya daha doğrusu çıkanlar, çünkü teleferik tesis­leri yapıldı, bizim zamanımızda ne denli ilkel şartlar altında kayak veya gezi sporları yapıldığını çok zor tahayyül edebilirler. Otel olarak adlan­dırılması mümkün olmayan geceleme yeri, mütevazi bile denemeyecek bir vaziyette, yemekler ise, küçük şeylerle yetinebilen kimseler için bile hem miktar hem de kalite açısından yetersizdi. Uzun ve yorucu bir yaya yürüyüşü tercih edilmezse, otobüsle dağa çıkmak mümkündü. Genellikle büyük arızalar olmadan hedefe varabilmemiz, şaşkınlık yaratırdı. Çünkü yollar çok kötü olduğu gibi, otobüsler de acınacak bir durumdaydılar. Yolda kurda benzeyen kocaman yabani köpekler, kızgın havlamalarıyla vasıtayı durdurmaya ve yolculara saldırmaya çalışırlardı.
O zamanın ilkel şartları, resmi davetlerde bile ortadan kaldırılabi­lecek gibi değildi. Şimdi anlatacağım olay, düşününce beni bugün dahi eğlendirir: Herhangi bir sebeple Bursa Valisi, Dobretsberger'i ve beni pek severdi. Vali ve ailesi için Uludağ Otel'inde bir çok oda hazır tutu­lurdu. Günün birinde Vali, bana ve Dobretsberger'e Mavera-yi Ürdün veliahtını Bursa'da karşılayacağını ve kendisini Uludağ'da pikniğe davet ettiğini anlattı. Bize de misafiri olarak pikniğe katılmamızı rica etti. Teşekkür ederek daveti kabul ettik. Ertesi günü biz, yürüyerek karşı­laştırılan yere gittik. Valinin annesi gibi bazı ihtiyar bayanlar katırlara binerek gelmişlerdi. Davet yerine geldiğimizde, sadece küçücük bir ça­dırın kurulmuş, çayırın üzerine basit bir kaç tabak çanak ve iki üç bat­taniye yayılmış, bunun dışında davetin baş yemeği olarak düşünülen bir kaç koyun şişinin kızarmakta olduğunu görünce, şaşırmaktan kendimizi alamadık. Vali ve hanımı Ürdün veliahtıyla birlikte suratlarından düşen bin parça çadırda oturuyorlardı. Bu oldukça açık keyifsiz durumun sebe­bini ancak yemekte bir Türk tanıdıktan öğrenebildim: Bir gece öncesi veliaht, Bursa'da bir gazinoda bir oryental dansözle tanışmış ve öylesine yakın ilişkiler içine girmiş ki, tutmuş dansözü de Uludağ'daki şölene getirmiş. Veliaht, içinde sadece üç kişilik oturacak yer olan çadıra dan­sözü de sokmak isteyince, valinin hanımı bu duruma karşı çıkmış. Ko­casının politik nedenlerle anlayışlı davranması yolundaki ricalarına rağ­men, valinin hanımı daha güçlü olduğunu ortaya koymuş. Böylece dansöz kadın, suratında hakarete uğramış bir ifadeyle, biz normal ölümlülerle birlikte çayırda oturmak zorunda kaldık. Dcbretsberger ve ben, yemekte ekmek dilimlerinin, meyvaların ve hatta bıçak çatal olmadığından binbir güçlükle elle kopartılan koyun parçalarının elden ele verilecek yerde, birbirine fırlatılmasına alışıncaya kadar epey zahmet çektik.
Tabii ki yalnızca adalara, boğaza ve çevredeki güzel yerlere gitmekle kalmadık; vakit buldukça İstanbul, Bursa, Konya, Ankara ve hatta Efes'teki değer biçilmez sanat hazinelerini de gezdik. Hele eski sarayda görülebilecek şeyleri, tasvir etmek mümkün değildir. Orada bulunan sa­yısız eşyalar içinde halı ve dokuma işleri yaranda özellikle Çin porselen takımları en çok ilgimi çekmiştir, Vatikan kolleksiyonlarında da olduğu gibi, sarayda da güzel sanat eserleri yanında, alandan çok hediyeyi ve­renin sorumlu olduğu yapmacık eşyalar da bulunuyordu. Zamanın sul­tanına Alman İmparatoru II. Wilhelm tarafından asrın başlangıcında hediye edilmiş korkunç çirkin bir saat, bu yapmacık eşyalara bir örnek teşkil eder: Üzerinde Wilhelm'i bıyığı ve cebeli süvari miğferiyle büyük tantanayla gösteren porselen kapaklı kocaman bir cep saati.
Bizans kiliselerini ve çok sayıda camileri de sık sık gezmeye gider­dik. Bunların arasında yabancı turistlerin hiç tanımadığı bazı eserler de vardı. Diğerlerinin tersine dört yerine altı minareli «mavi» Sultan Ahmet Camii'nin yanında dünyaca meşhur Ayasofya, benim en değerli buldu­ğum eserlerdi. Muazzam bir yapı eseri olan Ayasofya'yı» bir Türk meslekdaşın verdiği öğüt üzerine, müze haline getirilmesinden bir gün öncenin akşamında yapılan son islam ayininde ziyaret ettim.
Skat ve briç gibi iskambil oyunlarının meslek dışı konulardaki soh­betlerimize dahil olduğunu yukarıda belirtmiştim. Şimdi de Türkçesi «Tavla» olan bir oyundan bahsetmek istiyorum. Önceleri bu oyunun sadece Balkan ülkelerinde oynandığını zannederdim. Birleşik Amerika Devletleri'nde, son zamanlarda yeniden moda olan bu oyunun «back gammon» adıyla oynandığını sonradan öğrendim. Türkiye'de evlerde ve küçük kahvehanelerde oynanan bu zar oyunu, ilk bakışta gayet basit görünür. Yakından tanıyınca, şans yanında hiç de azımsanmayacak marifet, zeka ve alıştırma gerektirdiği anlaşılır. Eski öğrencilerimden Andıç'ları 1976 yılında Puerto Rico'da ziyaret ettiğimde, bu oyunu ka­zanmak için gerekli olan olasılık teorisini küçümsediğimden dolayı ardı ardına mağlup olduğumda oldukça utanmıştım.
Bizim zamanımızda Türkiye'de Avrupai anlamda tiyatro hemen he­men hiç yoktu. Ankara'da bir opera kurulmakta idi. İstanbul'daki ise henüz tamamlanmamıştı. Türk oyunları sahneleme açısından mükemmel oldukları halde, bir çoğunu anlamak benim için zor oluyordu. Buna rağ­men iyi, hatta mükemmel konserleri sık sık dinlemek mümkündü. Bir kaç isim vermek gerekirse, uluslararası üne sahip solistlerden Bronislavv Hubermann, "Wilhelm Kempff ve David Oistrach, konserler vermek üzere sık sık Ankara ve İstanbul'a geliyorlardı. Diğer taraftan kendilerine eşlik eden yerli orkestranın kalitesi de gün geçtikçe düzeliyordu.
Türkiye'deki üst tabakaların sanata karşı büyük tutkusu ve modern müzik ve mimariye açık olması, kısa zamanda sıradan olmaktan çıkarak başarılı eserler veren genç kabiliyetlere devlet tarafından olağanüstü derecede ilgi gösterilmesini açıklar. Amar tarafından yetiştirilen kemancı Suna ve Ayla, özellikle piyanist İdil Biret bunların arasındadır, İdil Biret, hayatımda rastladığım ilk ve tek mucize çocuktur. Anne ve baba­sıyla daha İdil dünyaya gelmeden önce tanışırdık. Kendileri yakın komşularımızdı. Müzik kabiliyetleri ve bilgileri amatör ortalamanın üstünde olmamasına rağmen, ikisi de müziğe oldukça meraklıydılar. Belirli bir müddet için Biret'ler Ankara'ya taşındılar. Sonradan orada bir kız ço­cuklarının dünyaya geldiğini öğrendim. Bir kaç yıl sonra İdil'in babası yine İstanbul'a tayin oldu. Yeniden görüşmeye başladık. Daha ilk kar­şılaşmalarımızın birinde, çok mütevazi bir mühendis olan babası Münir Biret - kendisi nefis bir üslupla Almanca konuşup, yazardı -, o zaman dört yaşındaki kızı İdil'in aşırı derecede müziğe kabiliyetli olduğunu anlattı. Biz bunu önceleri küçük kızı müziğe karşı biraz merak göster­diğinden dolayı gururlanan bir babanın fikri zannettik. Fakat daha bir kaç gün sonra İdil'in eşine ender rastlanan bir olay olduğunu saptadım. Kendisiyle birlikte müziğe meraklı Bayan Isaac'a misafirliğe gittiğimiz­de, dört yaşındaki İdil büyük piyanosunun başına geçerek, ezbere ve şaşırtıcı bir duygu kabiliyetiyle Bach ve Mozart'tan çeşitli parçalar çaldı. Harfleri tanımadığı gibi, nota da bilmediği halde, sadece kulaktan, daha doğrusu radyo yayınlarından ve gramofon plaklarından aklında kalan şeyleri çalıyordu. Ufak tefek bir takım hataları tabii ki oluyordu ama, bunların çoğu parmaklarının küçüklüğü dolayısiyle tuşlara tam basamamasmdan ileri geliyordu. En şaşırtıcı tarafı, hataları kendiliğinden farkedip, düzeltmeye çalışmasıydı. Bunun dışında bize birkaç küçük, kendi bestelediği ve gayet ilginç olan ve belirli bir orijinalliğe sahip parçalar da çalıyordu.
İdil aşağı yukarı on yaşlarında iken, memlekette bir mucize çocuğun bulunduğu konservatuar çevrelerinde duyuldu. Bunun üzerine bir kaç milletvekili mecliste harekete geçtiler, İdil'in konser verecek düzeye ge­linceye kadar devlet hesabına Paris'te müzik öğrenimi görmesini karar­laştıran bir kanun çıkarıldı. Devlet, İdil'in öğrenimi yanında İdil'e Paris'e refakat eden anne ve babasının geçim masraflarını da üstlendi. Bu doğru karar, bir çocuğun kişiliğinin gelişmeye ve kültür anlayışının belirmeye başladığı önemli yaşlarda, yurdundan uzakta, kökensiz olarak büyüyüp ruhi bunalımlar geçirebileceği tehlikesi göz önünde tutulduğu için verildi.
Bu arada İdil, dünyaca meşhur, takdir edilen bir piyanist oldu. Bir kaç sene önce Frankfurt Operasında verdiği bir konser esnasında bizi ziyaret ettiğinde, ulaştığı şöhretin İdil'in karakterine en ufak bir şekilde etki etmemiş olduğunu gördük. Akıllı, dünyayı tanıyan, müzik duygu­sundan güç alan bir kadın olan İdil, ki daha on yaşındayken onun böyle olacağı belliydi, yine eskisi gibi mütevazi, çekingen haliyle, sadece onlara has olmamakla beraber, özellikle köklü, değerli Türk ailelerinde rastlanan seçme nezaketiyle aynen kalmıştı.































İKİNCİ DÜNYA SAVAŞINDA TÜRKİYE
En geç 1939 ilkbaharından beri çoğumuzda, Hitler'in ölçüsüz hedef­lerine kısa bir zaman içinde, şimdiye kadar olduğu gibi diplomatik yol­larla ulaşamıyacağı ve daha ziyade kendisi tarafından tasarlanan bir savaşın eşiğinde bulunduğumuz fikri kesinlik kazanmıştı. Çünkü İngiltere ve Fransa'daki, özellikle İngiliz Başbakanı Neville Chamberlain tarafın­dan güdülen «appeasement» politikası taraftarları da, artık dayanamı-yacakları bir noktaya varmışlardı. Eğer daha fazla baş eğerlerse, Alman diktatörün iradesi altına girecekler ve memleketleri kendi hakimiyet hakkını kaybedecekti.
Daha sonra savaş patladığında, Türk halkı ve belki de bazı hükümet üyeleri karışık duygular içindeydiler, Herşeyden evvel Türkiye, malum olduğu üzere, durmadan tekrarlanan Birinci Dünya Savaşı sırasındaki Alman-Türk «silah kardeşliği» dolayısıyla da tam manası ile Alman dos­tuydu. Gene de bazı aydın çevreler, pek çok Fransızı dost sayıyorlardı. İngilizlerin de politik yönden son derece revaçta olmalarına karşılık, Amerika Birleşik Devletleri’nin pek sözü edilmiyordu ve her nekadar Rusya'ya karşı dürüst-soğuk bir tavır takınılmakta ise de, Rusya evvel­den olduğu gibi ezeli düşman sayılmaktaydı.
Savaşın başlamasından hemen sonra sinirler çok gergindi ve gele­ceğe ait söylentiler çeşitliydi. Muhtemelen Türklerin çoğunluğu 1940 ilkbaharında, yani Alman ordusunun batı taarruzu başlayana kadar, Fransa'nın 1914'de olduğu gibi İngiltere'nin de desteği ile Alman hücu­muna başarıyla karşı koyacağından emindi. Fransız ordu idaresinin 1939 sonbahar ve kışmdaki «dröle de guerre» esnasındaki «çekimserliklerinin gerekçeleri ne olursa olsun, sonraları çok söylendiği gibi araçların, özel­likle tankların sayıca az oluşunun belirleyici bir önem taşıdığı, hiç bir şekilde kesin değildir. En etkili rolü daha ziyade psikolojik ve sosyolojik nedenler oynamıştır. Hatta, bizimle birlikte olan mülteci profesörlerden birisi, Birinci Dünya Savaşı sırasındaki tecrübelerine dayanarak Gerhard Kessler'in yanı sıra askeri durum üzerine fikir yürütmeye en yet­kili olabilecek Alexander Rüstow bile, hatırı sayılır bir biçimde yanıl­mıştır. Bunu Rüstow'un 1939 sonbaharı başında, diğer bazı meslektaşlar gibi savaş başladığında izinli olarak Avrupa'da bulunduğu zaman bana yazmış olduğu bir mektuptan anlamak mümkündür. Rüstow mektubunda «Gamelin'in bilgece stratejik çekingenliğinden» (Gamelin, o zamanlar Fransız orduları baş kumandanıydı) hayranlıkla bahsetmektedir. Benim için en büyük sürpriz, savaşın bitişinden bir kaç zaman sonra (1947), Uluslararası Maliye Enstitüsu'nün Haag'taki bir kongresinde, eski bir tanıdığını olan Fransız generali Jacomet'den, Fransa'nın pek az tanka sahip olduğuna dair yaygın iddianın yanlış olduğunu duymak oldu. Ge­neral Jacomet, tam tersine, tankların toplam sayısının yeterli olduğunu kesinlikle temin etti. Ancak, stratejik şartları yerinde takdir edememe yüzünden, tankları bütün cepheye yaymışlar. Oysa tankları belirli nok­talarda yoğunlaştırsalar ve bir taarruz için kullansalarmış, Alman orduları hala doğuda kesif bir şekilde bağlanmış olduğundan, belirli bir başarı şansına sahip olabilirlermiş. Polonya'nın çabucak pes etmesi, hay­ranlık ve aynı zamanda korku uyandırdı. Ama esas sarsıntı, hem Türk­ler, hem biz mülteciler için Fransa'nın teslim olduğu zaman meydana geldi. Ve bazıları İngiltere'nin onu izlemesinden korkuyorlardı.
Bunu takip eden senelerde, içinde bulunduğumuz hava defalarca değişti. Rommel'in zafer haberleri geldikçe, kötümserlik doruk noktasına ulaşıyordu. Ve Tobruk düştüğünde, Türk arkadaşlarımın çoğu, ülkeleri­nin şimdilik diplomatik baskı biçiminde de olsa, tehlikenin doğrudan doğruya tehdidi altında olduğu kanısmdaydılar.
Bu tür baskılar, savaşın başlamasından hemen sonra çeşitli taraf­lardan gelmekteydi. Bu nedenle, zamanın dışişleri bakanı Saraçoğlu Moskova'ya gitti. Ama Rusların Türkiye'yi Rus yanlısı bir tutum içine sokma gayretleri (Türkiye'nin yansızlığını koruması şartıyla da olsa) ve herşeyden evvel Rus savaş gemilerinin istedikleri zaman Boğazdan geçebilmeleri için almak istedikleri izin teşebbüsleri boşa gitti. 1940 yılının ortalarında İngiliz büyükelçisi Sir Stafford Cripps'e Stalin, Türk­lerle «nasıl uyuşabileceğini» artık bilemediğini ileri sürdü. (Bu bölümün konusunu da içeren ayrıntılı bilgi kaynağı, L. Krecker'in kitabıdır: İkinci Dünya Savaşında Almanya ve Türkiye, Frankfurt/M. 1964, Sayfa: 105). Türk bakanı, usun bir süre Rusya'nın başkentinde kaldı ve sonra «eli boş» olarak döndü. Ama bu durum onun, zaten baştan beri razı olmadığı ve yetkili olmadığı bir konuda uzlaşmaya yanaşmadığı anlamına gel­mekteydi. Türkler, savaşın sonunda da - daha sonra değineceğim gibi -Ruslara karşı diplomatik becerilerini ispatladılar. Sebatkâr müzakere taktikleri sayesinde Rusların bütün taleplerini, Kars ve Ardahan'ı geri vermeyi, reddettiler. Bunlar, Türkiye'nin Birinci Dünya Savaşından he­men sonra, Rusların zayıf durumlarından faydalanıp ele geçirdikleri, ülkenin doğusunda bulunan bölgelerdi.
Türkiye, bir tarafta müttefikler, diğer tarafta Nazi Almanyası ara­sında zor bir durumda kalmıştı. Herşeyden evvel İngiltere'nin, özellikle Churchill'in, Türkiye'yi müttefiklerin safında, Almanya ve İtalya'ya karşı aktif olarak savaşa katılmaya razı etme gayretleri, İnönü'nün ke­sin inançları karşısında boşa çıkıyordu, İnönü'ye göre, eğer böyle bir politika mihver devletlerinin çöküşünün belirginleşmesinden evvel uygu­lanırsa, akıbet çok sayıda can kaybının yanında memleketin büyük bir bölümünün harap olacağı idi. Gerçekten de, zaten bir Alman dostu olan Numan Menemencioğlu'nun desteği ile, mevcut diplomatik ilişkileri kes­meyi, 1944 sonbaharına kadar geciktirebilmişti. Savaşın kesinlikle son bulmasından bir kaç gün evvel resmen savaş ilan edildi. Esasen hala geniş ölçüde Alman dostu olan Türklerin hazmedemediği bu savaş ila­nının faydalı veya gerekli görülmesinin esas sebebi şuydu: O zamanlar genel bir barış konferansı olacağına inanılıyordu ve tabii olarak da bu konferansa katılmaya, sadece mağlup tarafla resmen savaş halinde bu­lunmuş devletler hak kazanacaklardı. Türkiye'ye, konferansa katılması­nın yalnızca «Üç Büyüklerin» değil, aynı zamanda kendi çıkarı için oldu­ğunu izah etmek zor olmadı. Katılmadığı takdirde, Rusya'nın bu konferansdaki etkinliği çok daha fazla artacaktı. Bunun ötesinde savaş ilanı, Birleşmiş Milletler'e üye olabilmenin bir şartıydı.
Kolay anlaşılabileceği gibi Türkiye, sadece bir tarafsızlık değil, silahlı bir tarafsızlık gütmüştür. Bütün savaş boyunca ortalama yarım milyon insandan oluşan bir ordu silah altında bekletildi. Bu durum, o zamanlar nüfus yönünden oldukça zayıf olan ülkeye ekonomik ve mali zorluklar getirmiştir. Politik mülahazaların yanı sıra, şüphe götürmez savunma isteğinin, memleketin savaşın tahribatından korunmasına yar­dımcı olduğu muhakkaktır. Bununla beraber tartışma götürmeyecek bir gerçek de, muhtemelen Papen'in gerek Türk gerekse Alman hükümet­lerine olan tutumuyla, Türklerin savaşa karışmamalarını kolaylaştırmış olmasıdır.
Bütün bu zaman zarfında pek çok kimse, memleketin aktif olarak savaşa katılmamayı gerçekten başarabileceğine kani değildi. Hali vakti yerinde olan bir çok Türk ailesi, en azından belirli ve geçici bir zaman için büyük şehirlerden, özellikle İstanbul'dan kalkıp, Anadolu'ya yerleş­mekteydi. Ve bazı Alman mülteciler de «içerlere doğru bir kaçışı» düşü­nüyorlardı. Ama kültür bakanlığı bize acil olarak «taşraya», yani değil Doğu, Orta Anadolu'ya bile sığınmamamızı tavsiye etti. Zira oraların halkı, Hitler tarafından kovulmuş ve takip edilen Almanlarla, belki düş­man olarak savaşılacak Almanlar arasındaki farkı anlayacak durumda değildiler.
Türk hükümetinin aldığı tedbirlerin arasında, özellikle kıymetli müze hazinelerinin büyük şehirlerden Anadolu'ya taşınması vardı. Ör­neğin bazıları Konya'ya götürülüp gömülmüşlerdi. Ayrıca milli eğitim de çeşitli yönlerden yeni şartlara uyduruldu. Okullar erken tatile giriyordu ve biraz yaşı büyük okul çocuklarına gaz maskelerinin bile kul­lanıldığı yarı askeri bir talim terbiye uygulanmaktaydı.
Savaşın getirdiği, öncelikle geniş çaptaki seferberlik tedbirlerinden doğan ekonomik ve mali zorlukları bir kenara bırakıp, sadece dış görü­nüşe bakılırsa, memleketin çevresinde yıllarca kanlı savaşların yapıldı­ğını gösteren pek az işaret farkedilmekteydi. Uzun bir zaman bir karart­ma bile yapılmadı. Sonunda yapılması emredildi ama, bu oldukça gevşek bir şekilde tatbik edildi. Savaşın son zamanlarında bir defa İstanbul'un üzerinden savaş uçakları uçmuştu. Ve bunlardan biri Türk uçaksavarı tarafından düşürüldü. Ama önceleri sanıldığı gibi, bunun bir Alman değil de, müttefiklerin uçakları olduğu, Romanya'da petrol kuyularını bombalayıp, geri dönerlerken rotalarından çıktıkları anlaşıldı. Daha son­raları, Türk tarafı mahcup bir tavırla Türk uçaksavarının isabet gücü­nün hiç de fena olmadığına dikkati çekti.
İlk ve tek gerçek hava alarmı da ayrıca bu vesile ile verilmiş oldu. Daha önce verilen alarmlar bir deneme mahiyetindeydiler. Buna rağmen halka, böyle bir durumda nasıl davranacaklarına dair talimatlar veril­mişti. Rüstow, Isaac ve benim gibi hemen deniz kenarında oturanlar için bu talimatlara uymak kolaydı. Sadece evimizden çıkarak, bir kaç metre ilerdeki sahile gitmemiz yeterliydi. Ciddi bir durumun meydana gelmesi göz önüne alınarak, hayati ehemmiyet taşıyan eşyalarla dolu bir bavulu daima hazır tutmak faydalıydı. Fakat ilk alarm geçtikten sonra eşimin o heyecanla bavulu bir kaç yiyecek maddesi, giyim eşyası, ve çocuklar için oyuncakları doldurduğu, ama içinde biriktirmiş olduğumuz birkaç altın olan keseyi yanına almayı unuttuğu meydana çıktı.
Başlı başına bir bölümü ise casusluk kapsar. Tıpkı tarafsız İsviçre'de olduğu gibi Türkiye de, bütün dünyadan gelen casusların ana çalışma alanı halindeydi, İstanbul ve Ankara ise bu tür faaliyetlerin merkeziydi. Ben şahsen, savaş sırasında bir çok casus tanıdım veya savaştan sonra, bazılarının gerçekten casus olarak çalıştıklarını öğrendim. Birinci gruba diğerleri meyanında, cemiyet içinde çok sempatik, çok zeki, biraz Frankenstein görünümünde bir adam girer. Takma ismi Dragutin olan bu ada­mın, Yugoslav mı, yoksa Çek mi olduğunu hiçbir zaman öğrenemedim. Onun hakkında, daha savaş sırasında ortalıktan kaybolmasından sonra bir daha hiçbir haber alamadım. Çoğu mimar olan bir kaç genç Avus­turyalı da casusluk yapıyorlardı. Ama vatanlarına döndükten sonra Alman Ordusunu bölmeye teşebbüsten izleri bulunmuş ve yakalanıp idam edilmişlerdi. Benim diğer bir tanıdığım, Bela Wolf isimli bir Macar da İngiliz «Secret Service» hesabına çalışıyordu. Kendisi büyük mali sıkın­tılar içinde olmasına rağmen, ta başından beri, az dahi olsa para almayı reddetmiştir. Kendi sağduyusuna göre sebebi şuydu: Eğer «fahri» olarak casusluk yaparsa, hem kendi vicdanı rahat olarak, hem de bu şartlar altında işverenler kendisini centilmen olarak takdir edeceklerdi. Harp­ten sonra, İngilizler kendisine hizmetlerine karşılık bir saat hediye et­tiler.
Diğer bir olayı da savaş bittikten sonra duydum. Eşim ve ben, Federal Alman Bankası idare meclisi azası Ottmar Emminger'in (daha sonraları başkanı oldu) İngiltere Bankası müdürlerinden birinin Frank­furt'u ziyareti sebebi ile verdiği ziyafete davetliydik. Yemekten sonra canlı bir sohbet başladı ve konu birdenbire İstanbul'a geldi, İngiliz, uzun bir süre orada bulunduğundan bahsetti. Ve benim, ne zaman ve ne sebeple diye sormam üzerine de gülümsiyerek «Ben savaş sırasında bir casustum» cevabını verdi. Sonra birer birer, Türk hükümetinin rızası ile, diğer işlerin yanı sıra, bazı köprülere, bir Alman saldırısı karşısında hemen havaya uçurabilmek için, nasıl dinamik yerleştirdiğini anlattı.
Fakat bütün bunlar tabii ki «Cicero operasyonu» adıyla dünyaca ün yapan casusluk olayının yanında, bîr hiç olarak kalmaktadır. Bu olayın esas ayrıntıları, Ankara'daki Alman Büyükelçiliğinde ataşe olan L. C. Moyzisch tarafından yazılan ve yukardaki ismi taşıyan kitabın içindedir. Bu kitap sonraları bir filme konu olmuştur. (Bende bulunan Amerikan baskısı, «Operation Cicero» adı altında New York'da 1969'da çıkmıştır.)
Hiç kimse bu «Cicero'nun kim olduğunu ve hakiki isminin ne oldu­ğunu bilmiyordu»; hatta Papen'in emriyle «Cicero» ile görüşen Moyzisch bile. Bu casusun bir Arnavut olduğu sanılmaktadır. Behemahal Anka­ra'nın İngiliz Büyükelçisi Sir Hughe Knatchbull-Hugessen'in özel uşağı idi ve macera dolu şartlar altında Alman Büyükelçiliğine yanaşmıştı.
Olaylar, Almanya'nın gerçekte kaderinin belli olduğu, ama kendisini tehdit eden faciadan gerek askeri gerekse diplomasi yoluyla hala bir çıkar yol aradığı, bilhassa Rusya'yı müttefiklerinden ayırmayı denediği 1943'ün sonu ile 1944'ün başında meydana geldi. Bu tür imkanların esa­sen mevcut olup olmadığını öğrenmek, Naziler için pek tabiidir ki çok önemliydi. «Cicero» sayesinde tam bu husus ve müttefikler arasında yapılan Kazablanka ve Yalta konferansı gibi, diğer önemli diplomatik, askeri plan ve kararlar, Ankara'daki Alman Büyükelçiliği vasıtası ile bir taraftan Alman Dışişleri Bakanlığına, yani Ribbentrop'a, diğer ta­raftan Nazi güvenlik teşkilatına, yani Kaltenbrunner'e iletilmişti. «Ci­cero», İngiliz Büyükelçisinin sonradan inanılmaz gibi görülen ihmalkar­lığı sayesinde, gece Büyükelçi uyurken anahtarlarını ele geçirmekteydi.

Bu anahtarlarla kasayı açar, içinden çok gizli «top secret» evrakları çıkarır, mikrofilme geçirir ve her birini Moyzisch aracılığı ile Alman Büyükelçiliğine 20.000.— İngiliz Sterlini kargılığında satarmış. Bu «alış­veriş» aylarca devam etmiştir. Eğer bu evraklar Almanlar, bilhassa Ribbentrop tarafından ciddiye alınsaydı ve İngiliz gizli servisinin bir «oyunu» olarak kabul edilmeselerdi, Almanlar için muazzam bir değer taşıyabilirlerdi.
Bu hadisenin 1945'te trajikomik bir sonrası vardır- Moyzisch'in de kitabında değindiği gibi, «Cicero»nun hiç de tehlikesiz olmayan bu iş için Almanlardan aldığı olağanüstü yüksek meblağın (tamamı 300.000.— İngiliz Sterlininden aşağı değildi), sahte banknotlardan oluştuğu anla­şıldı (ilk 20.000.— Sterlin hariç). Bu gerçek, savaşın bitiminden bir kaç zaman sonra, zorlukla da olsa Türkiye'den dış ülkelere seyahat mümkün olabildiği zaman meydana çıktı. Olay şöyledir: «Cicero» Almanlardan aldığı İngiliz parasının bir bölümünü İsviçre'de bozdurmak üzere bir arkadaşına verir. Kendisinin İsviçre'ye gitmesi, fikrince çok tehlikelidir. Ancak o ve arkadaşı, İsviçre bankalarının, bilhassa yabancı parada, sahiciyi sahteden ayırabilme yeteneklerini küçümsemektedirler. Böylece «Cicero»nun sırdaşı, daha ilk para çevirme teşebbüsünde tevkif edilir ve İsviçre, Türk Hükümetini durumdan haberdar eder. Bunun üzerine bir mahkeme başlamış ve savcı, benim daha önce çok kere değindiğim ahbabım Şerif, bir gün bana aşağıdaki soru hakkında ne düşündüğümü sormuştu: İlk bakışta bir taraftan ülkeden yabancı parayı dışarıya çıkar­mayı şiddetle cezalandıran Türk döviz kanununa karşı gelme suçu söz konusu idi. Diğer taraftan ise, sahteliği ispat edilmiş banknotların, Türk hükümlerine göre «legal tender», yani döviz addedilebileceği bir başka sorun teşkil etmekteydi. Ben bu soruya, mademki bu banknotlar sahte­dir, öyleyse hukuki değerleri, «geçerlilikleri», yoktur diye menfi cevap vereceğim dedim. Gerçekten de «Cicero»nun arkadaşları hakkındaki dö­viz kaçakçılığı iddiasından vazgeçildi.
Ne Türk-Alman, ne de Alman-İngiliz ilişkileri, yukarıda açıkladığı­mız meselelerden dolayı zedelendi. Rus-Türk ilişkileri de ayrıca aynı şekilde, 1942 başında Ankara'da sokak ortasında Papen'e yapılan suikastten etkilenmedi. Halbuki bu suikaste Rus vatandaşları karışmışlar ve Türk mahkemeleri tarafından mahkum edilmişlerdi. Bunun yanı sıra unutulmamalı ki, Türk idarecileri Nazilerin zaferinden ziyade Rusların yenilmesini arzu ediyorlardı.
Esas itibarı ile Alman dostu olması, Türk Hükümetini savaş çıkınca diğer bütün ecnebilerle birlikte, Türk dairelerinde çalışan ve aralarında Reuter, Baade ve Wilbrandt'ın da bulunduğu Alman uzmanları da işten çıkarmaktan alıkoymadı. Diğer taraftan, ne hükümet uzmanı ne de pro­fesör olan mültecilere karşı takınılan tavır daha başkaydı. Bunlar eğer Yahudi, hatta sosyalist veya komünist zanlısı iseler, haksız yere casus­luk töhmeti altında birdenbire ülke dışına sürülüyorlardı. Anlaşıldığına göre, Alman makamlarının da bu uygulamada «yardımı» olmaktaydı. Bizim bir tanıdığımız, bir diş tekniği firması temsilciliği ile vasat bir gelir sağlayarak geçinen ve tamamen masum olan bir kişi buna örnektir. Ve bir başka tanıdığımız, bir hanım, polis refakatinde 48 saat içinde ülkeyi terke mecbur edilmiştir. Halbuki bu hanım, «arî» olan eşinden (Berlin'li bir kitapçı), eşi mesleğine devam edebilsin diye boşanmış olup İstanbul'da sekreterlik yaparak hayatını kazanmaktaydı. Ona yabancılar polisinde, hemen hemen hiç Türkçe anlamadığı için yardım etmek iste­diğimde, bana sert bir tonla bu meseleye karışmaması, aksi halde, ca­susluk şüphesini kendi üzerine çekebileceğim ikaz edildi. Ama zamanla bu tür olaylar bitti. Buna kısmen sebep, savunmasız ve belki de pasa­portsuz kalan Alman dili konuşan mültecilerin, mümkün olduğu kadar başka bir ülkeye kaçmaları oldu.
1944 sonbaharında, diplomatik ilişkilerin kesilmesiyle tamamen yeni bir dönem başladı. Bundan böyle resmî dairelerde dairelerde çalışanlar (özellikle profesörler) dışındaki Alman vatandaşları iki seçenek karşı­sında bırakıldılar: Ya çok kısa bir süre içinde «Nazi Almanya'sına» geri dönecekler, ya da bir kaç çok küçük Anadolu kasabasında enterne edi­leceklerdi. (Ben bu ilişkide Çorum ve Yozgat'ı hatırlıyorum.) Başlarında Papen olduğu halde elçilik ve başkonsolosluk mensuplarının Türkiye'yi en kısa bir zaman içinde terk ettikleri böylece kendiliğinden anlaşılıyor. Fakat bazı «özel» kişilerden hayret edilecek kadar fazlası, bombalardan harab olmuş anavatana dönmektense, ilkel şartlar altında da olsa, Tür­kiye'de kalmayı tercih ediyorlardı. Halbuki o zamana kadar mülteci tabir edilmeyi ve hatta gerçekten mülteci olanlarla resmen beraber gözükmeyi bile reddetmişlerdi.
Sürgün sırasında bu iki grup arasında arkadaşça ilişkiler kurulma­dığını söylemeğe sanırım gerek yoktur. Ama bu iki grubun kendi içinde de, dış yaşama şartlan sürtüşmelere, gerilimlere yol açıyordu. Fakir çevre de bunun çok etkili bir sebebi idi. Bazı hallerde ise, enterne edilme durumu, garip ve küçük düşürücü hallere neden oluyordu; örneğin, aynı ırktan olmayanlar arasındaki evliliklerde. Aniden Yahudi eşlere iltimas geçiliyor, yani onlar enterne edilmiyor, ama buna karşılık «arî» olan eşlerinden veya «yan arî» olan çocuklarından ayrılmak zorunda bırakı­lıyorlardı. Ancak 1944 Noelinde böyle durumlarla ilgili hükümler umumi olarak hafifletildi.

Bundan bağımsız olarak, enterne edilenlerden gelen haberler çok çeşitliydi. Bu haberler, kişilerin maddi imkanlarına ve küçük (beheri 2000 nüfuslu) kasabaların yerlileriyle nasıl anlaşabildiklerine bağlı ola­rak değişiyordu. Mesela çeşitli Alman tüccarları ve bankerleri gibi hali vakti yerinde olanlar, evlerini kendi möbleleri, herşeyden önemlisi ya­taklar, ev ve mutfak eşyaları v.b. ile donatabiliyorlar ve hatta kendile­rine hizmet edecek birini bulabiliyorlardı. Buna karşılık diğerleri, berbat ekonomik, sosyal ve iklim şartları altında eziliyorlardı. Gerçekten de pek çok hanım tanıdığımız ağır bunalımlarla döndüler sürgünden.
Daha önce de değindiğim gibi memleket, silah altındaki tarafsızlığı yıllarca sürdürmesi yüzünden, savaş sırasındaki ekonomik ve mali du­rumunu zorlukla organize ediyordu. Buna bir de savaştan dolayı mey­dana gelen geçim sıkıntısı ilave oluyor ve bu da giderek sınai tüketim maddelerinin, en çok makinaların ve bazı ham maddelerin azalmasında beliriyordu. Bu meyanda ihracat, yüksek fiyatlarla gelişmekteydi. Böy­lece Türkiye örneğinde, eski merkantilist zihniyetin, aktif yani alabildi­ğince ihracat fazlalığını amaçlıyan, ticaret bilançosunun sözde avantaj­larının anlamsızlığını görmüş oluyorduk. Gerçekten de böyle bir fazlalık meydana gelmiş ve Merkez Banka'sının döviz rezervleri aynı ölçüde ço­ğalmıştı ama, iç pazardaki mal sürümü de kötüleşiyordu giderek. Bunun dışında vergi geliri kaynakları bulunmadan (bir istisna dışında), savun­ma masrafları çok yüksek seviyede oluştuğu için, diğer memleketlerde olduğu gibi, tedrici bir enflasyon gelişiyor ve her zaman ve her yerde olduğu gibi, bundan da en fazla fakir halk tabakası zarar görüyordu.
Aktif olarak savaşa katılan devletlerin durumuyla karşılaştırılınca bu, tabii ki hala katlanılabilir bir haldi. Çünkü herşeyden evvel ülke, bombardımana maruz kalmamıştı. Başka yerlerde ev hanımlarına çok dert ve zahmet veren önemli maddelerin kısıtlanması, Türkiye'de pek sıkıntıya sebep olmuyordu. Kısıtlama herşeyden evvel, geniş halk kitlesi için en önemli gıda maddesi olan ekmeğin yanında kömürü ve ayrıca çay, kahve ve bazı giyecek maddelerini kapsıyordu. Fakat biz gene de aç kalmıyorduk ve eğer ara sıra üşüsek bile, yakıt genellikle en azından bir odayı ısıtmaya yetiyordu. Zira ayrıca, kok sobalarının yanı sıra, içinde odun kömürü yakılan madeni bir tekneden başka birşey olmayan ve «mangal» denilen eski bir Türk ev eşyası da yedek olarak bulunmak­taydı. Mangalı çok dikkatli kullanmak ve gözetmek gerekir, aksi tak­dirde kolayca zehirlenmelere yol açabilmektedir.
Ekmeği ve kömürü bir kenara bırakırsak, barış zamanında bile dev­letçiliği benimsemiş olan bu ülkede, pek ilginç olarak ekonomik sıkıntıyı piyasa politikası ile bertaraf etme yöntemi kullanıldı. Bu hususta en karakteristik olan, şeker politikası idi. Şeker, Türklerin en sevdikleri yiyecek maddesidir. Doğrudan kısıtlanmamasına rağmen, fiyatı hükümet tarafından o kadar fazla yükseltildi ki (on misli kadar), tüketim iste­nilen dereceden de aşağı düştü. Bundan dolayı sonraları fiyat düşürülmesi yoluna gidildi ki, bu sosyal nedenlerden dolayı da zorunlu idi. En acısı, Türklerin (yalnız Türklerin değil!) en sevdiği içeceği olan kahve­den, piyasadan hemen hemen kalktığı için, mahrum olmalarıydı. Fakat burada da, diğer maddelerde olduğu gibi, kısa zamanda bir karaborsa ortaya çıkmıştı. Karaborsada yalnızca, nohut gibi ucuz maddelerle ka­rıştırılmış kalitesiz ve kavrulmamış çekirdek kahve satıldığı halde, fiyat­lar fevkalade yüksekti. Bunu içilecek hale getirebilmek için, tavada güç bela kavuruyorduk ve evvelden alıştığımıza hiç olmazsa dış görünüş iti­barı ile benzeyen bu «kahve»nin tadı, gene de para reformundan önce Almanya'da içilen «Mucke-Fucke»den biraz daha iyiydi.
Savaş sırasında lüks madde haline gelen dikiş iğnesi, mektup ka­ğıdı, jilet, pamuklu eşyalar ve buna benzer şeyler de karaborsaya düş­müştü. Düzensiz aralıklarla bu tür eşyaları seyyar satıcıların elinde görünce, bütün ulaşım zorluklarına rağmen bu tür eşyalarla yüklü bir geminin daha İstanbul limanına vardığını arılıyorduk.
Ayrıca şartlar, benim aklımda hayal meyal kalan, Almanya'nın Birinci Dünya Savaşındaki durumuna birçok yönden giderek daha çok benzemekteydi. Kötü şöhretli savaş zenginleri, döviz kaçakçıları türe­mişti. Diğer bir tabirle: Bir tarafta enflasyon yüzünden giderek büyüyen ağlık ve sefalete mahkum edilen veya alışılagelmiş mütevazı tüketim alışkanlıkları şiddetle kısıtlanmış büyük bir halk kitlesi, diğer tarafta ise kesinlikle barış zamanından kötü olmayan, hatta belki daha iyi bir hayat süren ufak bir zengin tabakası vardı. Bunların arasında «nouveaux riches»ler (yeni zenginler) az değildi.
Enflasyon, nispeten yavaş başlamıştı. Benim notlarıma göre, savaş başladıktan bir sene sonra dahi, belli başlı maddelerin fiyatları, savaş öncesi Alman standartlarına göre bile düşüktü. Buna benzer diğer du­rumlarda olduğu gibi, paranın değerinin düşüş hızı giderek arttı ve savaş sonunda liranın alım gücü eskisinin ortalama, beşte birine düştü. Bu durumdan yalnız, maaşları nominal olarak kontratla kesin tespit edilmiş Alman profesörler değil, aynı zamanda pek tabii olarak maaşları fiyat artısına gayet yavaş ve yetersiz bir ölçüde uyum göstermekte olan Türk meslektaşlar ve diğer devlet memurları da zarar görüyordu.
Enflasyonist gelişmelere karşı korunmanın ana çaresi, bir yanda şarkta zaten yaygın olan kıymetli maden, özellikle altın istifçiliği, diğer yandan da arsa ve ev almak idi. Eğer beş seneden fazla süren savaş süresince inşaatların yok denecek kadar durduğu düşünülürse, yeter de­recede parası olup inşa edilmiş veya edilmemiş emlak alanların, gayri-menkullerdeki değer artısından oldukça yüksek kârı cebe indirmiş olma­ları kolayca anlaşılır. Enflasyon seviyesinin, tabii tam olmasa da belli bir ölçüde göstergesi sayılan altın fiyatları da olağanüstü yükselmişti. Ben de şartların baskısı altında, savaştan Önceki 5 «yağlı» yıl sırasında biriktirebildiğim mütevazi tasarrufumu altına çevirmeye karar vermiş­tim. Savaş uzadıkça ve enflasyon hızlandıkça, altın rezervime el atmaya mecbur kalıyordum. 1940 başında, yani son anda, Hannover'de yaşayan akrabalarımı: Annemi, kızkardeşimi, kocası ve bir kızını Türkiye'ye getirtebilmiştim. Bunun tabii sonucu olarak da, kızkardeşim ve eniştem, piyano ve Almanca dersi vererek geçimlerini az da olsa sağlayamadıkları sürece, benim aylık gelirim, bu çoğalan sorumluluklar karşısında yetersiz kalmaktaydı.
Türk Hükümetinin savaş sırasında, ekonomik ve mali politika saha­sında aldığı en esaslı ve müessif tedbirlerden birisi, varlık vergisini yü­rürlüğe koyması olmuştur. İlk bakışta, sert bir vergi politikası, enflas­yonun nedenlerinin çoğunlukla devlet bütçesi ile ilgili olmasından dolayı zaruri görünmekteydi. Savaş nedeniyle doğan ek masraflar, ya devletin doğrudan doğruya kendisinin, ya da bir çok resmi devlet kuruluşu vası­tasıyla (ki bu yola, halk devletin borçlanmasını farketmesin diye baş­vuruluyordu), özellikle toprak ofisinin aldığı kısa vadeli kredilerle kapa­tılıyordu. Bu seçilen vergi biçiminin mali ve sosyal yönden doğru olup olmadığı ise şüpheliydi.
Bu varlık vergisi denilen yeni vergi, yalnız kazanç üzerinden değil, asıl servetin bir kısmını da kapsayacak şekilde alınmaktaydı. Olağan­üstü zamanlarda böyle bir tedbir bir defaya mahsus olmak üzere, bazı şartlar çerçevesinde mazur görülebilirdi. Bu şartların en mühimi, her-şeyden evvel maliyenin böylesine teknik ve ekonomik problemlerle yüklü bir vergiyi, oldukça titiz ve adaletli bir şekilde tahsil edebilme yetene­ğine sahip olmasıdır. O sıralar ise Türkiye'de böyle bir durumun bahsi bile edilemezdi. Zira herşeyden evvel ne yürürlükte olan genel bir varlık vergisi, ne de daha ötesi, bütün gelirleri kapsayan modern bir gelir ver­gisi mevcut idi ki, ancak bu iki vergi, varlık vergisi için gerekli enfor­masyon kaynağını oluşturabilirdi. Bu eksiğin yanısıra, Varlık Vergisi Kanunu'nun şeklen bir tarifesi bile yoktu. Bu inanılması güç gerçek açı­sından bakılırsa, vergi uygulamasının insafsız, haksız ve daha doğrusu keyfi bir işlem olmaktan öteye gidememiş olduğu kolayca anlaşılır. Ma­mafih bu keyfi uygulamayla, aşağıda yakından belirteceğimiz, belki de gerçekte ana hedeflerden biri olan, bir yan amaç güdüldü.

Kanunun çıkarılma tarihi 11 Aralık 1942, yani savaşın tam ortası idi. Benim tanıdığım çeşitli Türk iş adamları bile, bir defaya mahsus olmak üzere alınacak, cüzi olmayan bir verginin gerekli olduğunu pren­sip olarak kabullenmişlerdi. Bunlardan birisi, Almanya'da tahsil görmüş, çok akıllı ve başarılı bir sanayici, ilk söylentilerin radyo haberlerinde duyulmasından sonra bana, 50.000, lira vergi vermeye hazır olduğunu söylemişti. Bu paranın o zamanki satın alma değeri 100.000, Marka yaklaşıktı. Dikkate şayan olan ise, bu hakiki Osmanlı iş adamının son­radan ödediği meblağın sözü edilenlerden çok düşük olmasıydı. O halde bu şahsın vergilendirilmesi doğru ve onun ekonomik gücüne uygun muy­du? Hayır değildi: Çünkü vergi talepleri, bilinçli olarak, daha önceleri de bahsettiğimiz «milliyet»lere göre aşırı ayırıma tabiydi. Somut olarak şöyle denebilir: Kanunun amaçladığı ve fiili olarak da büyük ölçüde ulaş­tığı, azınlıkları, özellikle Ermeni, Rum ve Yahudileri, ama büyük bir ölçüde yabancı ülke vatandaşlarım da aynı şartlarda yaşayan öz Türklere nazaran çok daha yüksek vergiye tabi tutmak idi. Benim bilgim olan ve istisnasız azınlık mensuplarıyla ilgili birçok hallerde, istenilen vergi mükellefin bütün servetini kat be kat aşmakta idi ve mükellef bunun sonucu olarak ya iş yerini uygunsuz bir fiyata satmaya, ya da çok borç­lanmaya mecbur kalmıştır. Böyle neticelerin, «yüksek» amaçlar uğruna göze alınmasının zorunlu olduğu sanılmakta idi. Bunun izleri, uzun za­man ve yoğun bir şekilde Türk ekonomik hayatına yerleşti ve özellikle mükelleflerin zaten pek yüksek olmayan vergi ahlakının son derece düş­mesine sebep oldu.
Ben burada özellikle vurgulamak isterim ki, biraz önce bu vergi tedbiri için yaptığım tenkid (ki bu umarım yeni Türkiye vergi tarihinde tek örnek olarak kalacaktır), sadece kendi hafızama değil, aynı zamanda Türkler tarafından yayınlanan yazılara da dayanmaktadır. İlk önce baş vurulması gereken «Varlık Vergisi Faciası» isimli kitaptır. Bu kitap, o zamanlar İstanbul'da vergi toplama işlerini yürüten defterdar Faik Ökte tarafından yazılmış ve müstehzi olarak da bana ithaf edilmiştir. Fakat genç maliyeci ve daha sonra bakan olan Profesör Kenan Bulutoğlu'nun, içinde Türk vergi sistemini tasvir ettiği yeni ve yaygın kul­lanılan ders kitabında da varlık vergisini tenkid eden görüşler bulunur.
Bu vergi, devletin 1941 yılındaki bütün gelir toplamının ortalama üçte birine denk olan 300 milyon liranın biraz üstünde bir gelir sağla­mıştır. Bu muhakkak ki, ufak bir meblağ değildir; ama elde edilen ver­ginin yüksek olduğu, hiçbir zaman vergilendirmenin kudret ve eşitlik prensiplerine kabaca karşı gelmesini, özellikle politik nedenli haksızlık­ları mazur gösteremez. Ayrıca vergi borcunu ödememiş ve vergi komisyonunun görüşüne göre tam ödememiş olanlar (bu kişiler tabii olarak azınlıklardan oluşmaktaydı), ülkenin içlerine, Aşkalı'ya sürülüp, orada çok ilkel şartlar altında her türlü işte çalıştırılıyorlardı. Bu iş için cüz'i bir yövmiye alıyorlar, bunun da bir kısmı vergi borcuna mahsup edilerek kesiliyordu. Para değerinin düşürülmesi göz önüne alınmasa bile, bu şartlar altında eğer 1943 yılında kalan vergi borçları silinmeseydi (ki bu yapılan haksızlıkların belki zirvesi idi), onbinler veya yüzbinlerce lirayı bulan vergi borçları, on yıllarca sonra bile tamamen ödenemezdi. Kim, iyi veya kötü niyetle olsun, ya da ödeyebilecek durumda olsun veya olmasın, vergi borcunu kısmen veya hiç ödememiş ise, böylece sonradan «Ödüllendirildi». Vergi borcunu ödeyen namuslu mükellefler ise, aptal yerine konmuş oldular ve bu durum da vergi ahlakını menfi yönde etki­ledi muhakkak.
Özet olarak; Varlık vergisi, Türkiye Cumhuriyeti’nin maliye tari­hinde üzücü bir bölümdür. Cumhuriyetin kurucusu Atatürk'ün memleket içinde ve dışında yaratmış olduğu itimadi önemli bir ölçüde ve uzun bir süre için sarsmıştır.












«ÜÇÜNCÜ RAYH» IN SONU - DÜNYA SAVAŞININ SONU
Avrupa'da savaş 1945 baharında nihayet sona ermişti, ama şartlar Türkiye'de de iyi kötü normale dönüşene kadar daha bir sürenin geçmesi gerekti. Bu normale dönüş tamamlandığında karşılaştığımız sorun şu oldu:
Ne yapmalı?
Tabii ilkin hepimiz, ülkede kalmış olan veya aylar yahut yıllardan beri haberleşme imkanı bulunmayan bir ülkede yaşayan dost ve akraba­larımızla mektupla yeniden temas kurmayı şiddetle arzulamaktaydık.
Daha savaşın başında doğan bu haberleşme zorluğu, sonraları hiçolmazsa Almanya ve ABD açısından hayli düzelmiş, savaş bitmeden önce bittikten sonraki son aylarda ise postalar hemen hemen tamamen kesilmişti. Bunun ne demek olduğunu, Hollandalı dostlarım Goemans'lar örneğiyle sergilemek isterim.[6]
Goemans'ları bir ara aynı okula giden çocuklarımız vasıtasıyla tanı­mıştık, İstanbul Alman Lisesinde güçlenen Nazileşme üzerine ikimiz de çocuklarımızı oradan almayı kararlaştırdığımızda, onlar çocuklarını, ak­rabalarının yanında kalmak üzere Hollanda'daki bir okula yolladılar. (Kibrit tekelinin müdürü olduğu için Goemans, İstanbul'dan ayrılamıyordu.) Sonra 1940 baharında* Goemans'lar haftalarca bir haber ala­madı ve ağır bombardımanlar yüzünden çocuklarının akıbetinden büyük endişe içinde kaldılar. Sonunda hayatta olduklarını öğrendikleri zaman mutluluklarını paylaştık. Ne var kî haber onlara garip bir şekilde ulaş­mıştı. Savaştan önce Gladys Goemans ile Ribbentrop'un kızkardeşi olan ve kocası Ankara'daki Alman Büyükelçiliğinde çalışan Bayan Jenke ara­sında arkadaşlık bağları bulunuyordu. Nazi Almanyası ile Hollanda ara­sında çatışma çıkar çıkmaz bu bağlar tabii derhal kesilmişti. Ancak Ba­yan Jenke, eski arkadaşının endişelerini anlayabilecek kadar insancıl imiş ki, kardeşi dışişleri bakanının aracılığı ile, Goemans'ın çocuklarının akıbeti ile ilgili güvenilir bir haber almak ve ebeveyne bildirmek için çaba harcadı. Goemans, savaş bitiminden az sonra Hollanda Dışişlerinde görev aldığı için, bütün nakil ve diğer türden güçlüklere rağmen daha 1945 yazında çocuklarını İstanbul'a getirtmeyi başardı ve bu buluşmayı biz de birlikte kutladık. Artık yarı yarıya yetişmiş ve mukavemet hare­ketinde çalışmış olan çocuklar, savaşın son aylarında nasıl açlık ve başka mahrumiyetler çektiklerini ve sonunda haftalarca sadece lale soğanlarıyla beslendiklerim anlattılar.
Savaş sonrası koşullarını gösteren diğer bir anı da, hatırladığım ka­darıyla 1947 yılma uzanıyor. Bir gün öğleden sonra eve geldiğimde eşimi bir genç bayanla oturur buldum. Kendisi bu arada yeniden Graz'a dön­müş bulunan meslektaşım Dobretsberger'in bir mektubuyla tavsiye edil­mişti ve Ankara'da daha henüz yeniden açılmış bulunan Avusturya Bü­yükelçiliğine sekreter olarak gitmek üzereydi. Yabancı temsilcilikler per­sonelinin eski saygıdeğer şark ekspresi ile Orta Doğuya yolculuk yap­malarının yeniden mümkün olup olmadığını anlamak için bu hanım bir tür «kobay» olarak kullanılmıştı. Avusturya Dışişleri Bakanlığının bu acımasız tutumuna kızarak genç kıza -kendisi aşağı yukarı 20 yaşın­daydı ve aynı akşam Asya tarafındaki Haydarpaşa garından hareket eden gece treniyle başkente doğru yoluna devam etmek istiyordu - oraya kadar kendisine refakat etmeyi önerdim. Yolda bayana, İstanbul'a sağ salim vardığını ailesine bildirip bildirmediğini sordum: Hayır cevabını alınca da, herhalde biraz merak içinde olan ebeveynine telgrafla bir ha­ber iletmesini tavsiye ettim. Ne var ki bu iş hayli güç çıktı. Çünkü pos­tanedeki telgraf memuru, kalın bir kitabı uzun süre karıştırdıktan sonra «Graz yoktur» iddiasında bulundu. Biraz şaşırarak kendisine yanıldığını, çünkü yanımda bulunan ve ebeveynine telgraf çekmek istediğimiz genç bayanın üç gün önce Graz'dan hareket etmiş olduğunu, hem de Graz'ın hiç değilse Avusturya'nın en büyük şehirlerinden biri olduğunu söyledim. Bunun üzerine yeniden arayış, tekrar omuz silkme ve yeniden Graz yok­tur iddiası. Viyana da mı yoktur şeklindeki alaylı soruma gelen cevap: Yo, Viyana vardır. (Bu cevap için kalın kitaba ihtiyaç bile olmadı). So­nunda aklıma bir fikir geldi: Elindeki kitabın bir eki olup olmadığını sordum, var cevabı alınca orada Graz adını bulup rahatladık - 1945-1947 yılları arasında Graz ile telgraf bağlantısı olmadığından ana kitapta yer almamıştı -.
Yeri gelmişken anlatmak istediğim, savaş sonrasına ait ikinci küçük anı, o zamanki postaların durumundan çok, yerel enformasyon imkan­larının kendisine has özellikleri ile ilgili: Bizler ara sıra İstanbul'dan şaka yollu «Sır olmayan şehir» ya da «dedikodular şehri» diye söz ederdik. Çünkü geniş bir tanıdık çevresi bulunan ve eski Beyoğlu'ndaki İstiklal Caddesine, daha doğrusu oradaki kahvelerden birine sık sık uğrayan birinden gizli pek bir şey kalmazdı, 1946 yılında bir gün biri bana «Der Spiegel» adlı yeni ve ilginç bir Almanca mecmua bulunduğunu ve son sayısını mutlaka almam gerektiğini, çünkü o sayıda savaş sırasında İs­tanbul'da geçmiş bir olayla ilgili dikkat çekici bir makale bulunduğunu söyledi. Böylece adı geçen cadde üzerindeki Nazi-olmayan Alman Kitabevine giderek - dükkanı ticari yanı pek yoksa da sevimli olan Karon adlı bir Bulgar Yahudisi işletiyordu - bir «Spiegel» istedim. Bunun üzerine aldığım cevap, eldeki bir düzine mecmuanın birkaç saat içinde satılmış olduğu, zira bir Alman banka müdürünün, derginin nerede ele geçirile­bilir bir örneği varsa satın aldırdığını, çünkü dergide ona rahatsızlık veren bir konun sözü edildiği oldu. (Konu savaş sırasında gerçeklesen yasa dışı altın alışverişi idi.) Tabii bunun üzerine dostlarım ve ben, Almanya'daki tanıdıklarımıza, İstanbul'da bu kadar çabuk tükenen sayıyı ısmarladık ve böylece kısa süre sonra «Spiegel» ile ilk kez tanıştım -o sıralar henüz, birkaç yıl sonra bu dergiyle röportajlar vb. vesilesi ile doğrudan ilişkim olacağını aklıma bile getirmiyordum-.
Ve üçüncü anım: 1947 yılında, savaş sonrasında ilk kez olmak üzere Avrupa'ya giderek on yıl önce Fransız Edgar Allix'in önerisi üzerine Paris'te kurulmuş bulunan ve kurucuları arasında Gerloff ve benim de bulunduğum Uluslararası Mali Bilimler Enstitüsünün kongresini de ziya­ret etme imkanını buldum. Kongre Scheveningen'de idi ve ben önceki günün akşamında oldukça maceralı ve fırtınalı bir uçuş sonunda Amsterdam hava alanına varmıştım. Vakit geç olduğundan ve Amsterdam'da bildiğim bir otel bulunmadığından KLM memurundan bana bir oda bul­masını rica ettim. Adımı sordu, söylediğimde o zamana kadar daha ziya­de asık denebilecek yüzü güldü ve derhal rica ettiğim rezervasyonu sağ­lamaya girişti. Sonra kendisine teşekkür ederken bana neden bu kadar iyi davrandığını sormadan edemedim (o zamanlar Hollandalılarda Al­manlara karşı şiddetli bir nefret egemendi). Verdiği karşılık: «Siz Profesör Neumark değil misiniz?» Ben (şaşırmıştım, çünkü bu Hollanda'­ya ilk gelişimdi) «Evet, o benim.» Memur: «Profesör Ignaz Neumark, değil mi? »Ne var ki buna hayır cevabını vermek zorundaydım; bunun üzerine dostluğun yerine katı bir davranış geçti ve bana, Profesör Ignaz Neumark'ın Hollanda'da çok sevildiği bildirildi. O zamana kadar bir Ignaz Neumark'ın adını hiç duymamıştım (daha sonraları öğrendiğim üzere Polonya asıllıydı ve benimle bir akrabalığı yoktu). Ama ertesi gün Scheveningen ılıcalar otelinde gördüğüm afişlerde Profesör Ignaz Neumark'ın yönetimindeki meşhur Concertgebouw orkestrasının şu ve şu gün bir konser vereceği yazılı idi. Karışıklık bunu izleyen günlerde de sürdü. Telefonla benden röportajlar istendi, konserler yönetmem rica edildi vb. Ve ben de bilhassa sonuncuları reddetmek zorunda kaldığım için gerçek­ten üzüldüm, çünkü gençliğimde bir ara orkestra şefi olmak istemiştim.
Hollandalıların, baştan aşağıya Nazilerle özdeş tuttukları Almanlara böylesi nefretle bakmaları, savaşta kendilerine yapılanlar yüzünden ko­layca anlaşılabilir bir şeydi. Buna rağmen, Amsterdam'dan Hamburg'a trenle giderken Almanya sınırında iyi kalpliye benzer bir Hollandalı çif­tin, kendilerini sanki ani acıma duygularından korumak istercesine birbirlerini «Rotterdam'ı hatırlayalım.» diye ikaz ederek, açlıktan yarı ölmüş ve yiyecek dilenen çocuklara yarı yarıya uzattıkları tereyağlı ekmekleri geri çekmesinden derin bir teessür duydum.
























GERİYE DÖNÜŞ VEYA BAŞKA YERE GİDİŞ
1947 yılında, yani yerle bir, olmuş Almanya'nın bu çöküşten iki yıl sonra nasıl bir görüme sahip olduğu burada ayrıntılarıyla incelenmiye-cektir. Fakat kısaca «Geriye dönüş»ü veya «başka yere göçüş»ü düşünüp taşınan ve en sonunda göçen mültecilerin, hangi problemlerle karşı kar­şıya kaldıklarına değinmek istiyorum.
Herşeyden evvel, savaş öncesi pek de az sayılmayacak sayıda pro­fesörün, büyük bir kısmı Birleşik Amerika'ya olmak üzere, başka ülke­lere gitmiş olduklarını hatırlatmak isterim. İçimizden geriye dönmesi mümkün olan hiç bir kimse çöküşten önce Almanya'ya dönmedi. Dikkati çekmeye değer bir nokta daha var ki, o da savaştan kısa bir süre önce veya sonra da olsa Türkiye'deki görevlerim bırakarak Amerika'da görev alanlardan hiçbirinin eski vatanlarına dönmedikleridir. Amerika Birleşik Devletleri'nin herkesçe bilinen, başka milletleri kendi içine katarak on­ları eritme gücü, önce Türkiye'ye sığınmış olan Alman "mültecilerinin durumunda da, bilhassa bahsedilen şahısların çocukları için geçerli olmak üzere, kendini olanca gücüyle göstermiştir. Bu arada Birleşik Amerika'-daki bilimsel ve pratik çalışma imkanlarının - bilhassa doğa bilimcileri ve tıp adamları için - genel olarak Türkiye'dekinden daha uygun olması büyük bir rol oynamıştır. Ne zaman olursa olsun, kalıcı olarak Birleşik Amerika'ya yerleşmiş olan büyük gruba dahil profesörlerden matema­tikçi von Mises (aynı şekilde eski çalışma arkadaşlarından ve daha sonra karısı olan Bayan Hilde Geyringer) ve Prager, fizikçi Dember ve von Hippel, biyokimyacı Haurowitz, patolog Ph. Schwartz, farmakolog Lipschitz, oftalmolog Igersheimer, radyolog Sgalitzer, sinolog Eberhard, hititolog Güterbock, filozof Reichenbach ve hukukçu Honig'i bir defa daha zikrediyorum. Profesör olmayanlardan şehir planlamacısı Martin Wagner ve Paul Hindemith ile rejisör ve sanat yönetmeni Cari Ebert de Almanya üzerinden dolaşarak er veya geç oralara gitmişlerdi.
İstanbul veya Ankara'da çalışanların büyük bir kısmı ise, savaş bit­tikten sonra er veya geç «geriye dönüş»e, yani Almanya'ya veya Avus­turya'ya dönüşe karar vermişlerdir. Bunların arasında kimyager Fritz Arndt (Hamburg), botanikçi Alfred Heilbronn (Münster) ve Leo Brauner (Münih), hukukçu Ernst Hirsch (Berlin), dişçi Alfred Kantorowicz (Bonn), zoolog Curt Kosswig (Hamburg), cildiyeci Alfred Marchionini (Münih), işitme uzmanı Max Meyer (Würzburg), psikolog Wilhelm Peters ("VVürzburg), farmakolog Paul Pulewka (Tübingen), fizyolog Hans Winterstein (Münih), klasik filolog Georg Rohde (Berlin), hindolog Walter. Ruben (Doğu Berlin), hukukçu Andreas Schwarz (Freiburg, yalnız misafir profesör olarak), oryantalist Hellmut Ritter (Frankfurt), ope­ratör Eduard Melchior (Jugenheim), İngilizce dil ve edebiyat uzmanı Hans Marchand (Tübingen), ayrıca bütün iktisat uzmanları, yani Ales-ander Rüstow (Heidelberg), Gerhard Kessler (Göttingen), Alfred Isaac (Nürnberg), Josef Dobretsberger (Graz) ve ben. Röpke ise bilindiği üzere savaştan önce îsviçre'ye gitmiş ve ölünceye kadar orada ders ver­miştir. Aralarında Ernst Reuter (Berlin), Lacco Amar (Freiburg), bele­diye fen encümeni üyesi Gustav Oelsner (Berlin), Fritz Baade (Kiel) ve Hans Wilbrandt'm (Göttingen) da bulunduğu politikacı, uygulamacı ve sanatkarlardan bir çoğu eski yurtlarına geri döndüler.
Mültecilerin «geriye dönüş yolu»na adım atmaya karar vermelerinde rol oynayan gerekçeler oldukça farklı ve her biri değişik ağırlıkta idi. Fakat aslında bunlar iki düşünce tarzına, daha doğrusu iki gerçeğe bağ­lanıyor: Birincisi biz geriye dönenlerin -Hitler rejimi esnasında kendi­mizin, dost ve akrabalarımızın başına gelen her türlü fecaate karşın -hiçbir zaman sönmemiş olan bir vatan özlemi içerisinde bulunduğumuz duygusal gerçeği; diğeri ise, bilhassa daha yağlılar için, kendimizin ve yakınlarımızın maddi geleceği ile ilgili kaygı.
Memlekete ve bilhassa «kendi» dilimize hasretle doluyduk. Ben ken­dim için hangisine olan özlemin daha kuvvetli olduğunu söyleyemiyeceğim, herhalde dil özlemi olsa gerek. Carl Zuckmayer «Grimm Kardeşler» (1948) adlı uzun makalesinde «dil-vatan özlemi»nden bahsediyor ve bu­nun «sürgündeki bir yazar için vatan özleminin en acı veren tarafı» oldu­ğunu haklı olarak vurguluyor ki, bizler hemen hemen hepimiz «yazan kişiler»dik. Eğer insan yabancı bir dil ve dolayısıyla buna doğrudan bağlı olan başka düşünce ve yaşam alışkanlıklarının hüküm sürdüğü bir ülkeye istemiyerek de olsa daha küçük bir çocukken yerleşmemişse, bu yeni ortama yalnız belli bîr dereceye kadar uyabilir ve bu da ancak ikinci bir vatana sahip olma isteği varsa mümkündür.
Memlekete alışabilme ve halkının özelliklerine anlayış gösterme ça­balarımız sırasında mücadele ettiğimiz, daha önce de bahsettiğim kısmen çok özel zorluklara rağmen - ki bunların başında dil ve din geliyor - mül­tecilerin bir çoğu, muhakkak ki büyük bir kısmı Türkiye'yi bir ikinci vatan olarak tanımayı ve sevmeyi bilmişlerdir. Bu ifade Ernst Reuter, Ernst Hirsch, Curt Kosswig ve benim gibi kişiler tarafından muhakkak ki tamamen içtenlikle kullanılmıştır. Bizim bu hislerimizin Türkler tara­fından da takdir edildiğini birçok kez müşahede ettim, - en son olarak, birkaç yıl önce konferanslar vermek üzere Ankara'ya geldiğimde orada aralarında eski öğrencilerimden ve zaman zaman başbakan yardımcılığı yapmış olan Turhan Feyzioğlu'nun bana bir buket çiçek ve bir kart sun­makla görevlendirdiği bir kişinin de bulunduğu bir delegasyon tarafından karşılandım; kartın içeriği şöyleydi: «Sayın hocam ikinci vatanınıza hoş-geldiniz.» Her ne kadar gerçek payı var ise de- bu ifade Türkiye'nin bizler için yedek vatan olmadığını, bilakis doğduğumuz ülkeye tekrar yerleştikten ve anadilimizi tekrar kullanmaya başladıktan sonra, bizim için ikinci bir vatan haline geldiğini dile getiriyor.
Yurduna geri dönenlerin çoğu için maddî faktörler önemli rol oynu­yordu. Çünkü Türk meslektaşlarımızın bütün çabalarına rağmen bizim için iyi kötü işe yarar bir emeklilik anlaşması kabul ettirmek mümkün olmadı. Bu yüzden bilhassa hatırı sayılır tasarrufları olmayanlar yaşlı­lığa büyük bir kuşkuyla bakmak zorundaydılar. Frankfurt'a çağırıldığım sıralarda, daha sonraki genellikle makul, hatta zaman zaman oldukça lütufkar bir şekilde uygulanan ve birçok mülteciye tanınan, benim şah­sen kendim için hiçbir fayda sağlamadığını Naziler tarafından takibata uğruyanlara verilen tazminatı hariç tutarsak, Almanya'da kamu hizmet­lerinde çalışanların ve bunlar arasında profesörlerin maddi durumlarının sonradan olduğu gibi aniden ve önemli ölçüde yükseleceği tahmin edile­miyordu.
Vatanıma döndükten sonra Almanya'da beşeri ve mesleki açıdan yaşadıklarımı bu kitapta ayrı ayrı anlatmaya niyetim yok. Ne de olsa bu kitap geniş bir otobiyografi değil, yalnızca benim hayatımın pek önemli bir parçasını ve bunu da yalnızca özel bir görüş açısından tasvir eden bir kitaptır. Herşeyden evvel Türkiye'ye karşı olan derin ve köklü bağlılığıma ve başka ülkelerden gelen bazı çekici tekliflere rağmen (bun­lardan biri üç sömestr Basel'de misafir olarak bulunduktan sonra İsviç­re'den gelendir) Almanya'ya geri dönmüş olmaktan ve bugüne kadar orada kalmış olmaktan pişmanlık duymadığımı itiraf etmek isterim.
Hitler rejimi sırasında tüm değer yargılarımızın imhasını yaşamış ve sayısız dost ve akrabalarımızı hala da tasavvur edemediğimiz bar­barca bir şekilde kaybetmiş olan bizlerden hiç birimiz için bütün vatan hasretimize rağmen 18 yıla yakın bir süre yaşantısına alışmış ve birçok dostlar edinmiş olduğumuz, tabii güzelliklere sahip dost Türkiye'yi terketme ve yeni-eski Almanya'yla değişme kararını vermek muhakkak ki kolay olmamıştır. Bu Almanya nasıl bir görünüme sahipti? Hitler'in fikirlerinden geriye kalan neydi? Bunca uzun bir süreden sonra insan kendini orada yeniden gerçekten «kendi yurdunda» hissedebilir miydi? En azından kısmen de olsa, eski dostlar tekrar bulunabilecek miydi? 1949'da Hessen Eyaleti Eğitim Bakanlığı'nın resmi göreve-çağrı yazısı elime geçtiğinde bu ve buna benzer düşünceler beni sarmıştı ve bilhassa karım bunun mutlaka reddedilmesi taraftarıydı o da, mülteci arkadaş­ların «arî» olan karılarından birçoğu gibi, şayan-ı dikkat bir şekilde, biz «arî olmayanlar »dan çok daha sert ve katı düşünüyordu -, (Gerçi bu arada kendisi de benim geri dönme kararımı çeşitli sebeplerden dolayı doğru olarak kabul de etti). Ben bu arada, tahrip olmuş Almanya'ya birkaç bilimsel seyahat yapmış, bu seyahatlar esnasında bazı eski arka­daş ve tanıdıklarla tekrar görüşmüş, Heidelberg ve Frankfurt'ta konfe­ranslar vermiş ve - birinci seyahatim para reformunun yapıldığı zamana rastladığından -, yalnızca bilhassa Frankfurt gibi şehirlerin tahayyül edilemiyecek büyüklükteki tahriplerini değil, mültecilerin ve memleketinden atılmış olanların muazzam akını gibi, çözülmesi hemen hemen imkansız görünen iktisadi güçlükleri de gözleyebilmiştim. Kamuoyu önünde bu işgücü akımını devletin yeniden inşaasında en önemli faktör olarak ta­nımlarken Heidelberg Konferansları her ne kadar yeterince iyimser davranmışsam da, «bin yıllık» Nazi diktatörlüğünden sonra «kendi vata­nımda olma» hissini tekrar kazanıp kazanamıyacağım sorusu benî rahat­sız etmiştir.
Hamburg'u bir ziyaretim sırasında, o zamanlar «Zeit» gazetesi yö­netici kadrosunda çalışan eski öğrencilerimden Marion Graefin Donhoff'la ilk kez bu benim için de çok zor olan soru hakkında konuştum. (Kendisi 1932 yıllarında benim seminerimde, oldukça mübalağalı da olsa «kızıl kontes» takma adına sahipti; fakat 1933 yılında Frankfurt Üniversitesi'nden ayrılarak Basel'e gelecek ve orada daha sonra Edgar Salin'in yanında doktora yapacak kadar anlayışlıydı.) Marion Dönhoff bana çok akıllı, üzerinde ciddiyetle durduğum ve en sonunda uyguladığım şu tav­siyede bulundu: «Eğer Almanya'da profesörlük yapmaya karar verirse­niz, her ne kadar size ne kadar güç gelse de, önyargı taşımaksızın geriye dökeceğiniz kanaatine sahipseniz, bunun ancak o zaman bütün ilgililer için iyi sonuç vereceğini bilmeniz gerekir». Frankfurt'ta çalışmayı kesin kabul etmeden önce, beni o zamanlar severek halefi olarak alacak olan yaşlı hocam Gerloff'a, o zamanın dekanı Heinz Sauermann'a, tabir caiz ise «denemelik», yani «misafir profesör» olarak gelmeyi teklif edişimdeki sebepler arasında, bana memlekette kalmış olan bazı başka tanıdık ve arkadaşların da yapmış olduğu bu ve buna benzer uyarılar da vardı. Frankfurt'taki mesai arkadaşlarıma yazdığım gibi, her iki tarafın bir­birleriyle anlaşıp anlaşamayacaklarını önce denemelerini iyi bulmuştum. (Yarısından fazlasını tanımadığım) profesör arkadaşlara ve öğrencilere benden beklediklerini verip veremediğimi ve bütün olanlara rağmen in­sancıl ilişkilerin yeniden kurulup kurulamıyacağını tesbit edebilmeli, ben ise geçmişin ne de olsa yirmi yıl kadar sürmüş olan karanlık gölgesinden kurtulmayı kendime ve çevreme karşı başarıp başaramıyacağımı görmeli
ve geriye dönüşümün gerçekten bir yurda dönüş olduğu hissini kazan­malıydım.
Benim için tekrar buradaki yaşama alışmayı kolaylaştıran ve beni 1952 başlarında Frankfurt'taki profesörlüğü kesin olarak kabul etmeye iten üç gerçek vardı:
Birincisi, Frankfurt'taki mesai arkadaşlarımla, bilhassa Gerloff'la, onun yanında özellikle Heinz Sauermann'la ve benim dönüşümden kısa bir süre sonra benim açımdan maalesef Köln'deki bir görevi kabul eden, kendisine bugüne kadar insancıl ve mesleki açıdan sıkı sıkıya bağlı oldu­ğum Erich Gutenberg'le -hemen tekrar irtibat sağladım, ikincisi arala­rında Zachaus, Bersus, Kramers, Lauffers, Heyds ve Giessen'de psikiyatrist Heinz Boening gibi Hitler-öncesi dönemden tanıdığım arkadaşların da bulunduğu bir çevre, değişik sebeplerle Frankfurt'ta bir araya geldi. Üçüncüsü ise, benim öğrencilerle olan ilişkilerimin çok sevindirici bir şekilde gelişmesiydi. Aslında Frankfurt'taki görevi kabul etme kararıma son dürtüyü, 50. yaşgünüm dolayısıyla benî ziyarete gelen küçük bir öğrenci gurubu yapmıştır. O günü tek başıma, mobilyalı odamda geçiri­yordum ; o esnada bu heyet geldi ve bana bir buket çiçekle birlikte, benim misafir profesörlüğümü devamlı şekle çevirmemi arzu eden yüzlerce öğ­rencinin imzalarını içeren bir liste uzattılar. Yalnızca o öğrenci kuşağı değil, onu takip eden 20 yıllık süre içindekiler de bana bağlılıklarıyla bir profesörün tetkik ve araştırmalarının yanında öğretim görevinin de nederece önemli olduğunu ispat etmişlerdir. «Ordinaryüsler Üniversitesi» deyimi oldukça mübalağalı da olsa (ve bazı hoş olmayan sonuçlara götürmüşse de), münferit durumlarda haklılığım korumuştur. Eğer insan «öğrencileri» ile, hem de mesleki olmayan alanda da gerçekten ilgileni­yorsa, politik ve toplumsal görüşlerini paylaşmadıkları ile bile çok verimli konuşmalar yapabilir.
Görevime başladığım sırada Frankfurt'lu öğrencilerin bir çoğu, üzüle­rek söylüyorum ki, politik açıdan ilgisizdiler. «Bin yıllık imparatorluk »un madden ve fikren yıkılmasından sonra bu gayet makuldü ve ben henüz üniversiteye giderken, Birinci Dünya Savaşının hemen ardından benim gittiğim her üç üniversitede de egemen olan gerici ve cumhuriyet düş­manı zihniyetle karşılaştırılacak olursa, sevindirici olarak da kabul edi­lebilir. «Kayıtsız-şartsız teslim»den beş altı yıl sonra dahi, topyekün savaşın «Büyük Almanya imparatorluğunun» bunu müteakip topyekün yenilgisinin gerçek sebeplerini anlamak için gayret göstermeye hazır olun­mamasını büyük bir tehlike olarak görüyordum. Pek başarılı olmayan «Naziliği Yoketme» hareketlerine rağmen birçok «kemiksiz», resmi gö­revlerinde kaldılar veya oldukça çabuk yeniden bu görevlerine getirildiler.

Eleştirici zihniyet çok daha geç bağlamıştır ve de her zaman demokratik duyguya uygun bir tarzda olmamıştır. Bu zihniyeti ilk planda öğrencilerin ve (ilk önce az sayıda) genç profesörün insiyatifine borçluyuz.
Buradaki yaşama alışmamı, meslektaşlarım ve tanıdıklarım sadece kolaylaştırmış değillerdir. Bazı durumlarda onların bana davrandıkları gibi, sanki hiçbir şey olmamışçasına, karşılarına rahatça bir şekilde çıka­bilmek için içimdeki baskıları aşmam gerekiyordu. Ben arada sırada elimde olmayarak, kendi kendime şu soruyu sormuşumdur: Aynı şahıslar bundan on sene önce acaba bana nasıl davranırlar adı. Bilhassa onların o zamanlar gerçekten nasıl davrandıklarını ve nasıl konuştuklarını bili­yorken. Almanya'yı ilk ziyaretlerimden beri, sanki hep ya Nazi düşman­ları veya mukavemet savaşları varmış gibi olan görünüm bana zaten şüpheli gelmiştir. Eskiden pek iyi tanıdığım bir meslektaşım bana, bütün ciddiyetiyle Hitler rejiminde mağdur olduğunu iddia etmiş ve kendisine ancak birkaç yıl sonra (daha büyükçe) bir üniversitede kürsü verildiğini söylemişti. Oysa kendisinin, «yan arî» bir kadınla evli olan ortak bir dostumuza defalarca meslek şansını artırabilmek için karısından ayrılma­sını öğütlemiş olduğunu biliyordum.
1947 yılında Heidelberg Üniversite kantininde bir öğle yemeği sıra­sında, ilk defa olarak bir öğrencinin inanmış bir Nazi olduğunu söylemesi üzerine kalkarak ve kendisine elimi uzatarak, her ne kadar onun Nazi geçmişi beni kedere boğuyorsa da, böyle bir medeni cesarete sahip olan bir insana rastlamanın sevinç verici olduğunu söylemekten kendimi ala­mamıştım.
Kendileriyle dostluk kurduğum şahıslar arasında sadece benim fa­kültemin elemanları değil, diğer fakültelerin üyeleri de bulunuyordu. Bun­lardan Roma hukukçusu ve hukuk tarihçisi, olağanüstü bilgiye sahip Helmut Coing, çok iyi söz söyleyen tabii bilimler tarihi profesörü Willy Hartner ve herşeyden önce Franz Böhm'ü zikretmek istiyorum. Aslında iktisadi ve bilhassa kartel hukukçusu olan ve «Freiburg Ordo Derneği» üyesi bulunan Böhm ile Federal İktisat Bakanlığı'nm bilimsel müşavir­liğinde uzun yıllar boyu birlikte çalıştım. 50'li yılların başında, Adenauer zamanında yoğun muhalefete rağmen, İsrail ile tazminat anlaşmasını hazırlayan bu komisyonun yöneticisiydi. Başından beri kanuni ve ahlaki nedenlerden ötürü amansız bir Nazi düşmanı idi. Kayınvaldesi olan dün­yaca tanınmış şair ve tarihçi Ricarda Huch gibi o da Yahudi düşman­lığına, bunu yapmak hiç de tehlikesiz sayılmıyacak hale geldiği zaman bile karşı çıkmıştı, iktisatçı bir arkadaş Jena'da Franz Böhm ile Nazi İmparatorluğu valilerinden Mutschmann'ı, karşılıklı yanlış anlaşmaları ortadan kaldırmak için tanıştırmayı denemişti. Bu deneme, Böhm'ün karısıyla kayınvalidesinin de bulundukları küçük bir toplantıda oluyordu. Masa sohbeti sırasında konu Yahudi sorununa geldi ve Böhm, Ricarda Huch'un coşkun yardımıyla resmi makamların tam aksi olan kendi dü­şüncelerini öylesine açıklıkla ortaya döktü ki, Mutschmann her ikisine karşı dava açtı. Bu deneme böylece başarısızlıkla sonuçlanmış oldu. Ne var ki, Ricarda Huch'un gerek yurt içinde gerekse yurt dışında görmüş olduğu itibar, bazı parti ileri gelenlerinin pek hoşuna gitmedi. 1938 yılı başlarında Avusturya'nın ilhakı sebebiyle tanınan af, gerek ona ve ge­rekse Böhm'e karşı açılmış olan davanın durdurulmasına imkan sağla­yınca, herkes derin bir nefes aldı. Kayınvalide ve damadın birbirlerinden habersiz, biri Jena'dan öteki Freiburg'tan olmak üzere, davanın durdu­rulmasını protesto eden ve sürdürülmesini isteyen iki telgraf göndermiş olmaları -bunu Böhm'ün kendi ağzından duydum- her iki davalının da ne denli cesarete sahip olduklarını gösterir; tabii sonuçta başarıya ula­şamamışlardı.
Hitler rejimini Türkiye'de değil de ABD'de atlatmış olan mülteci meslektaşlardan ikisi ile yakın ilişkim olamamıştı: Bunlardan biri Max Horkheitner, diğeri Theodor Wiesengrund-Adorno idi. Horkheimer'i 1933’te tanımıştım. O sıralarda Sosyal Tetkik Enstitüsü'ne yakından bağlıydı, fakat Cari Grüneberg'in ordinaryüs ve enstitünün yönetmeni olduğu İktisat ve Sosyal Bilimler Fakültesi'nin de bağlı olduğu Felsefe Fakültesi'nde önce doçent daha sonra profesör olarak çalışmıştır. Adorno'yu ise o zaman şahsen değil, sadece bazı yayınlarından tanıyordum.
Her ikisinin de başkalannı derin etki altında bırakan olağanüstü
şahsiyetler oldukları münakaşa kabul etmez. («Eleştirici») Frankfurt Ekolü'nün kurucuları olarak dünyaca ün kazanmışlardır. Başlangıçta inatçı bir samimiyetle beni kendi çevrelerine almaya çalıştılar, fakat kısa bir süre sonra birçok temel konularda tamamen ayrı düşündüğümüz ve davrandığımız meydana çıktı. Hitler rejiminin en nüfuzlu hukuk hocası Carl Schmidt'in doktrini ile - burada kastedilen dost-düşman teorisi -özdeşleştirilmeyi hiddetle reddeden bu şahıslar için dost olmayan herkes en azından potansiyel bir düşman addediliyordu. Bana baştaki bu yakın­lıklarının, zamanla artan bir nevi soğukluk ve en sonunda artık saklanmıyan bir antipatiye dönüşmesi kaçınılmazdı. Buna yarı resmi bir vesile ile, yani Horkheimer'in 60. yaşgünü töreni dolayısıyla, rektör olarak yap­mak zorunda olduğum kısa bir konuşmada, enstitünün bilimsel kurucu­sunun Carl Grünberg olduğunu önemle işaret etmiş olmam da kısmen sebep olmuştur. 1911'den sonra «Sosyalizmin ve İşçi Hareketinin Tarihi Arşivi»ni kurmuş ve yayınlamış olmasıyla tanınan ve sadece benim değil herkes tarafından çok sayılan ve sevilen biri olan, Viyana'nın bu eski stil profesörü o sıralarda, yani 1924'de bilhassa benim selefim Wilhelm Gerloff'un çabalarıyla Frankfurt'a atanmış bulunuyordu.
Aramızdaki ilişkilerin şeklen olmasa bile fiilen kopması, fakültemi­zin emekliye ayrılan siyasi ilimler ordinaryüsü Carlo Schmid'in yerine birisini aradığı ve ihtiyatlı düşünce ve tetkiklerden sonra Golo Mann'ı teklif ettiği zaman, Horkheimer ve Adorno'nun, zamanın Hessen Kültür Bakanı Schütte'ye kargı bu şahsı garip bir şekilde gizli Yahudi düşmanı olarak göstermeleri yüzünden, Bakan tarafından atanmaması üzerine ol­muştur. Horkheimer ve Adorno'nun bu davranışları aslında beni üzmüş, ama pek de şaşırtmamıştır. Çünkü her ikisi de, Felsefe Fakültesi çevre­sindekilerden de çoktan beri bildiğim gibi, herhangi bir konuda kendi görüşlerinin aksi bir görüşe sahip olanları Yahudi düşmanı olarak tanım­lamaya yönelik kişilerdi ki, benim bildiğim olaylardan birçoğunda bu, açıkçası doğru değildi.
Horkheimer ve Adorno ile benim aramda hiçbir zaman alenen bir çatışma olmamıştı; ama herhalde politik sebepleri olan bir yabancılaşma olmuştur. Benim fikrimce bu şahıslar parlak bir şekilde formüle ettikleri doktrinlerinin siyasi etkileri olabileceğinin her nasılsa bilincine varmak­sızın «aşırı sol» denen şeyin fikri temelinin atılmasına yardımcı olmuş­lardır. Ben ise (kamuoyuna açıklamış olduğum gibi) böyle etkilerin ilerici demokrasinin gelişmesini Horkheimer, Adorno ve benim otuzlu yılların başında yaşamış olduğumuz gibi, tehlikeye düşüreceği görüşündeyim. Ben kendimi klasik aydınlanma devrinde köklenmiş hümanist-sosyal po­litik sistemin fikrinden caymaz taraftarı olarak görüyordum ve tarihi tecrübelere dayanarak, hala da sol radikalizm ve terörizmin Almanya'da iktidarı ele geçirecek şansa sahip olmadığı kanaatindeyim. Hatta radikal akımların yeniden harekete geçirilmesinde bunların rol oynadıklarından korkmak gerekir. Solcuların fikri liderleri, aslında bunu istemediklerini itiraf edeceklerdir, eğer hala bunu yapabilecek durumda iseler -ne var ki çok geç kalmış olacaklardır-. Bazı şeyler, hayatlarının sonuna doğru Adorno ve Horkheimer'in de eski talebelerinden bir kısmının umutsuzlanarak kendilerine sırt çevirdikleri sırada, benzeri duygulara sahip ol­duklarına işaret etmektedir.
Son olarak, geri dönen mültecilerin dönüşlerinde karşılaştıkları ve çoğu kez beklemedikleri bazı zorluklan vurgulamak istiyorum.
Alman dili ilk kez Hitler diktatörlüğü altında değişikliğe uğradı. Sonra ise, benim görüşüme göre oldukça üzücü bir şekilde daha değişik bir yönde de olsa işgal yıllarında - bilhassa Amerikan işgali -. Daha az da olsa, 20 yıl kadar önce Türkiye'deki işlerimize başlarken bize pek çok zorluklar vermiş olan dil engelleriyle, tekrardan karşılaştık. Bilhassa bir sosyal bilimler profesörü için anadilin hırpalanması ve - gramerce yanlış olmasa bile - kaba ve güzel olmayan şeyleri hissetme özelliğinin eksikliği, Dolf Sternberg'in «însan Olmayanın Sözlüğü» adlı eserinde özellikle in­celendiği gibi, çok kötü kelimeler dışında bile dayanılmayacak kadar zordur. Tıpkı Amerikan Örneğinde «tam» (— exactly) denmesine rağmen «evet» veya «doğrudur» denmek istendiği gibi, ne için olduğu hesaba katılmaksızın, ferdin «her zaman hazır» durumda olmasından bütün dün­yada övünçle bahsedilmesi bana yetiyordu. Gramerce doğru ve sistema­tiği iyi bir konuşma hissinin artık yokolmuş olduğu kanaatindeydim. Bugün haklı olarak felsefi, bilhassa politolojik veya sosyolojik «parti çincesi» olarak nitelendirilen birçok şeyin, düşünce ve kominikasyon açık­lığı için faydalı olmadığından korkuyorum.
Tekrar uyum sağlarken karşılaştığımız maddi zorluklardan biri de, büyük bir kısmı yerle bir olmuş Almanya'da, bu arada büyük bombar­dımanlarla yerle bir edilen Frankfurt'ta evlerin uzun bir süre sayıca ye­tersiz olmasıyla ilgiliydi. 1950'de misafir olarak bulunduğum ilk sömestirde, geride kaldığım sandığım öğrencilik yıllarımda olduğu gibi, üniver­sitenin arkasındaki Graefstrasse'de bir evde «mobilyalı» olarak oturmuş­tum. Karım o sıralarda çoğu zaman İstanbul'da oturduğundan ve kızım Heidelberg'te öğrenim gördüğünden, gerçi iki oda da çok kez bana ait oluyordu ama, oradaki şartlar, çoğunlukla evde çalışmaya alışmış olan bir profesör için tatmin edici olmuyordu. Beş odadan oluşan bu dairede benden başka ev sahibi kadın (dul), onun çalışan kızı, «displaced persans»a dahil bir Polonya'n kadın (küçük oğluyla beraber) ve tüm rica­larıma rağmen, uykumu rahatsız edici şekilde, sabahın erken saatlerine kadar daktilo yazma alışkanlığından vazgeçmeyen, genç bir italyan filo­zof oturuyordu. Ayrıca Polonyalı kadın, değişik erkekleri odasına kabul ediyordu; dolayısıyla, önceki veya aynı andaki sevgilileri geceyarısı ka­pıyı çaldıklarında içeriye alınmayacak olurlarsa, sokakta gürültü çıkarı­yorlardı. Ayrıca, Graefstrasse'deki evlerin çoğu harap vaziyetteydi ve bir akşam, o zamanlar sık sık olduğu gibi bir fırtınada bizimkinin kar­şısındaki evlerden biri büyük bir gürültüyle çöktü. Birgün beni ziyaret ettiğinde Röpke'nin resmini, şaka olsun diye bu evin yıkıntısı önünde çek­miştim. Bu resim istediğim başarıya ulaştı: Gösterdiğim hemen hemen herkes bana, resmin hangi dağda çekilmiş olduğunu sordu, ki bu harabe ev gerçekten ancak dağların yükseklerinde rastlanan bir taş yığınına benziyordu.
Otuzlu yılların başında, -ilkin dil zorluklarından ötürü- Türkiye'nin ekonomik hayatının hukuki ve sosyal çerçevesi şartlarına alışmaktayken, 1950'lerde Almanya'ya döndükten sonra, çok daha mütevazi bir ölçüde de olsa, bunun benzeri bir durumla karşı karşıya kalacağımı hiç umma­mıştım. Yalnızca benim dalım olan maliye politikasında değil, her dalda kanunlar, 20 yıl içerisinde büyük değişikliğe uğramıştı. Benim bütün bu değişiklikleri kavramak için belli bir zamana ihtiyacım vardı, ki bilhassa bu süre içerisinde de kanun yapıcılar, hele o zamanlar, boş durmuyor­lardı.
Yeni teorik literatür ile bilhassa yabancı - ilgili olarak, daha iyiydi. Alman meslekdaşlarıma oranla bir süre avantajım vardı; çünkü onlar, uluslararası tetkik ve araştırmadan hemen hemen kopmuş vaziyetteyken, ben nıerkezdışı çalışma ve oturma yerime rağmen, Keynes'in doktrinle­rinden esinlenerek, 1936'dan beri altüst olan iktisat biliminin ilerlemesini takip etme ve hatta bazı Fransız, İsviçreli, İtalyan ve Anglo-Amerikan alimlerle yazışma imkanları bulabilmiştim.
Geriye döndüğüm insanların, henüz üstesinden gelinememiş olan Hitler dogmasının ve Hitler Rejimi sırasında «Alman ekonomi bilimi»nin gelişmesi yararına olduğu resmen beyan edilen ve uygulanan sosyal bilimler otarşisinin çifte etkisinden dolayı, bazı konularda birbirleriyle anlaşamadıklarını tesbit ettim. 1951'de profesör ve (yaşı ilerlemiş) öğrencilerden oluşan bir İskandinav delegasyonu Frankfurt'a geldiğinde, bir tartışmadan sonra yöneticisi bana, Alman öğrencilerle artık bilimsel açıdan fikir alışverişinde bulunmanın maalesef mümkün olmadığını söy­lediğinde duyduğum utancı, bugün de hala aynı şekilde hatırlarım. Bere­ket versin, oldukça kısa bir süre içinde yabancı araştırmalara yetişmek mümkün oldu. Bunun için herşeyden evvel, bizim dalımızın «üç büyük Erich»ine müteşekkir olmak gerekir: Heidelberg'teki eski arkadaşını Erich Preiser (daha sonra Münih'te), Kiel'deki Erich Schneider (Frank­furt'ta atandığım esnada bu görevi kabul etme kararı konusunda tered­düt etmekteyken, bana bu görevi almamı bilhassa tavsiye etmişti) ve haklı olarak modern işletme ilminin Almanya'daki kurucusu sayılan Erich Gutenberg. Ekonomi bilimlerinin büyük eksikliklerini giderme hızma ba­karsak, tamamen harabolmuş ekonominin yeniden kuruluşu için söylenen «Alman mucizesi» gibi, «Alman ekonomi teorisi mucizesi»nden de bah­sedebiliriz. Bu konuda yukarda isimlerini saydığım üç kişiden başkaları da, bilhassa Frankfurt'ta Heinz Sauermann olmak üzere, katkıda bulun­muşlardır.
Tekrar geriye dönüşe bağlı zorluklara rağmen, öğretim görevliliğin­den başka, Federal Bakanlıkların iki ilmi danışma heyetinde çalışmak gibi sevindirici ve cesaret verici tecrübelerim de oldu.

Mart 1950'de (henüz misafir profesör olarak) Frankfurt Üniversitesi'ne geldikten ancak birkaç dakika sonra, o zamanki Maliye Bakanlığı müdürlerinden ve daha sonraki Federal Sayıştay Başkanı Mersmann'ın bana telefon ederek, yeni kurulmuş olan danışma heyetinin üyeliğini kabul etmemi teklif etmesini şanslı bir tesadüf olarak görüyorum. Bugün hala, bu danışma heyetinde üyeyim ve gerek onun içinde, gerekse onun vası-tasıyla çok çeşitli düğünce tarzını tanıdım ve birçok arkadaşlıklar kur­dum. Eski hocalarımdan Terhalle ve Gerloff'un da üyesi oldukları bu heyete, daha savaş öncesinden tanıdığım nıeslekdaşlardan Eitschl, Schmölders ve Stucken da dahildi. Bunlardan sadece son üçü hala yaşamaktadır. Danışma heyetinin bunlardan başka daha birçok yaşlı ve genç üyeleriyle mesleki ve sosyal yakın ilişkilerimiz olmuştur.
Bana göre danışma heyetinin bütün üyeleri, maliye politikasının res­mi sorumlu temsilcileriyle yaptıkları devamlı temaslardan, gerek semi­nerleri için gerek teorik araştırmalarında olağanüstü ölçüde yararlan­maktadırlar. Böylece teorik çalışmalarının gereğinden fazla soyut teorik model incelemesi düzeyinde kalmayacağı umulur. Zamanla heyetin per­sonel yapısının büyük ölçüde ve başkanlarının da (Terhalle, Jecht, Neumark, Tinim) defalarca değişmesine rağmen, heyet otuz yıllık geçmişinde, görüşlerinde olmasa bile, çalışma şeklinde, tartışmalarda ve karşılıklı saygıda hayret edilecek derecede bütünlük ve beraberlik göstermiştir.
Bana göre ana sebep, evvela heyetin bileşimini sadece kendi almış olduğu kararla oluşturması (bu aynı zamanda gençleştiği demektir) ger­çeğidir. Her ne kadar atamaları bakan yapıyorsa da, onun teklif yapma hakkı yoktur. Heyete alınacak üyeler ancak kurulun oy çoğunluğu ile teklif ettiği kişiler olabilir, ikinci olarak da, genel kurul toplantılarının yanı sıra komisyonlardaki zaman alıcı çalışmaları da kapsayan, danışma heyetindeki çalışmalarımızın başından beri fahri olması en büyük önemi taşır. Bu iki şartla, danışma heyetinin çalışmalarının bilimsel bağımsız­lığı, tamamen güven altına alınmaktadır.
Ben maliye ilmini tecrit edilmiş bir şekilde değil, her zaman politik -sosyal faktörleri de hakkını vererek nazar-ı itibare alan bir iktisat dalı olarak anlamaya çalıştığım için, maliye danışma heyetine üye olma çağ­rısını almamın yanı sıra, Federal Ekonomi Bakanlığının bilimsel danışma heyetinin üyelik çağrısını büyük bir memnuniyetle karşıladım. Bu teklifi kabul etmemin bir başka nedeni de, bu heyeti o zaman çok değer ver­diğim, genel bilgisi ve etkili kişiliği sayesinde alışılmamış bir otorite sahibi olan meslekdaşımız Erwin von Beckerath'ın idare etmesiydi (O öldükten sonra heyetin başkanlığına Hans Möller ve Hans-Karl Schneider geldiler). Ekonomi danışma heyetinde de ilk on sene içinde, içinde benim de bulunduğum ve o sıralar geceleri toplanan redaksiyon komitesini mey­dana getiren şahıslarla, özellikle Erich Preiser, Theodor Wessels ve Wilhelm Kromphardt ile oldukça kısa bir zamanda çok dostane ilişkiler doğdu.
Buna karşılık, emeklilik reformundan («dinamik yaşlılık aylığının» kabulü) sonra 1975 yılında kurulan sosyal danışma heyeti başkanı iken çalışmalarım nahoş ve verimsizdi. Ben şeklen, bağımsız görünen, ama hakikatte (kendilerini gönderen organizasyonların) emirlerine bağlı kişi­lerin tartışmalarını idare edecek kişi olmadığımı çabuk farkettim. Bu teş­histen bir sene sonra, gereken kararı vererek öteki komisyon üyeleri ile birlikte görevden ayrıldım. Bizim bu işi bırakmamızın gerekçesini belirten yazıda verdiğimiz sebeplerin en azından bir kısmı, bugün bile çürütülemez. Emeklilik maaşlarının her sene şematik ve otomatik bir şekilde ayar­lanmasının bazı şartlar altında bütün sistem ve iktisadi istikrar için ciddi tehlikeler doğurabileceği görüşü ise, bu kararı teyit eden faktör oldu. İlim heyetinin çalışması, ki buna sonradan Federal Almanya İktisat Ba­kanı olan Karl Schiller ve ben iktisatçı temsilciler olarak katıldık, daha memnuniyet verici idi. Bu konseyin başkanı, üyelere ikinci bir seçim devresi boyunca beraber çalışmayı teklif ettiğinde, ben personel istikrarıyla değişiklikleri birleştirmenin daha iyi olacağı fikrini savundum ve bunun üstüne istifa ettim. Schiller de benim davranışıma katıldı. Ben hala, bu tutumun başka kuruluşlar için de doğru olduğuna inanıyorum.
Ayrıca, her ne kadar kendimi bu işler için yeterli görmedimse de, Frankfurt Üniversitesi tarafından idari görevlere seçilmem kaçınılmaz idi. Türkiye'den dönen birçok mülteci gibi bir sene dekan, iki sefer de, yedi sene aralıkla, rektör olarak idarede bulundum. Bütün bu işleri yap­mak gerçi bana büyük şeref verdi ve bu makamlara ait bazı işler hoşuma da gitti; fakat her şeye rağmen, yapılan bütün idari işler ve görevler/ gerçek bilimsel araştırmalardan alıkonmak demek oluyor ve böylece öğ­retim faaliyetimi zayıflatıyordu. Tabii ki 1954/1955 ve 1961/1982 yılla­rında bir rektörün üstlendiği görevler, bugün bir üniversite başkanının taşıdığı işyükünün yanına bile yaklaşamaz.
Mamafih rektörlüğün bir avantajı vardı; rektörlüğüm esnasında meraklarımdan birini yeniden ele alarak, şu andaki branşım olan iktisat ilmiyle bir zamanlar çok ilgilenmiş olduğum edebiyat ilmini birleştirmeyi denemek fırsatını elde ettim.
Bu vesile ile 1954 yılında rektörlük konuşmama konu olarak pek alışılmış olmayan bir davranışla «Çağdaş romanın aynasında ekonomik problemler»! seçtim. Bu konuşma kitap halinde yayınlandıktan sonra, bir nüshasını, «Buddenbrooks»a da ayrıntılı biçimde değinmiş olduğumdan, Thomas Mann'a gönderdim. Bunun üzerine yazar bana Kilchberg'ten 10 Ocak 1955 tarihli elyazısı ile yazılmış, uzun bir mektup yolladı. Bu mek­tubu edebiyat tarihiyle ilgili nedenlerden ötürü burada zikrediyorum. O samanlar Thomas Mann, mektubunun başında da açık ifade ettiği gibi, kendisinin çok meşhur olan Schiller'i anma nutku ile meşgul idi. Bu nutku daha sonra Stuttgart'ta okudu, ben de seyirciler arasında idim. Konuşma esnasında birdenbire bana yabancı gelmeyen ve sonradan, gerçekten de kelimesi kelimesine bana yazdığı mektuptan alındığını fark ettiğim şu cümleyi duyduğumda kulaklarıma inanamadım: Müsbet ve teknik dalla­rındaki bu fevkalade gelişmelere rağmen, insan karanlıklaşma, zihni ve ahlaki geriye dönüş ve kültürün hızla gerilemesi gibi bir hisse kapılıyor, ki bütün bunlar aptallıktan sarhoş bir insanlığın teknik ve spor dalla­rındaki sansasyonel rekorları gürültüyle ilan edilirken, artık irade dışı olmayan bir çöküşe doğru sarsak adımlarla yaklaşması gibi, çirkin bir görünüm doğurmakta.
Golo Mann, babasının, tashih edebileceğine inanmadığı bir formülü çok kere kullandığını, bunun babası için olağan olduğunu bana daha sonra söyledi. Thomas Mann'ın bana Knut Hamsun hakkında yazdıkları, örne­ğin Mart 1952'de Max Tau'ya yazdığı mektuptaki sözlerinden çok daha kesin bir eleştiriyi içeriyordu. Geri dönüşümün, sonunda yuvaya dönüş oluşu ve bir taraftan unutmak istememekten ve unutamamaktan, diğer taraftan hınç alma duygularından kaçınma gayretinden doğan ruhi bu­nalımları yenebilmemi, sadece dost ve meslekdaşlarıma değil, bunun ya­nında benimle birlikte çalışanlara da borçluyum. Sosyal ve mesleki açıdan büyük bir şansım vardı: ilk iki asistanımı Gerloff'dan aldım. Bunlar Paul Senf ve Lore Poschmann Kulmer'di. Senf bütçe sorunlarıyla ilgili doçent­lik çalışmasını hemen hemen bitirmişti ve bunu müteakip derhal, bugün de hala profesör olarak çalıştığı Saarbrücken'e tayin edildi ve Saarland'ın Maliye Bakanlığını yaptı. Lore Poschmann Amerika'daki ayrıntılı ön çalışmalarından sonra gelir vergisiyle ilgili Splitting metodu hakkında doçentlik tezini verdi. Uzun yıllardır Regensbürg Üniversitesinde ordi­naryüs profesör olarak çalışmaktadır. Daha sonraki asistanlarımdan başarılı bir teorisyen Herbert Geyer Newyork'ta City Üniversitesi'nde çalışmaktadır ve anlaşılan orada öylesine yerleşmiştir ki, kendisinin bir daha Almanya'ya dönmesi hemen hemen imkansız olarak düşünülmelidir. GÖötingen'de profesör ve vergi tarifeleri uzmanı olan Helga Pollak ile borç ve sübvansiyon teorileri ile ilgili çalışmalarıyla meşhur olan Norbert Andel sevdiğim ve takdir ettiğim en son talebelerim ve asistanlarımdır. Norbert Andel şu anda Giesen'de ordinaryüs profesördür, «Finanzarchiv» adlı derginin ve Maliye Bilimi El Kitabı'nın üçüncü baskısının yayınlayıcılarından biri olarak çalışmaktadır. Akademik kariyer yapmaksızın - bu arada Federal Alman Bankası bünyesinde değerli bilimsel ve daha sonra pratik çalışmalar yapmış olan başka mesai arkadaşlarımı da say­mak gerekiyor; ancak bunların sayıları o kadar çoktur ki, tek tek adla­rını anmama imkan yok. Çoğu ile bağım eskisi gibi sürmekte.
Almanya'daki faaliyetlerim, yabancı ilim adamlarıyla olan münase­betlerimi devam ettirmeme ve de bu türden yeni münasebetler kurmama engel olmadı. Newyork ve Basel'deki misafir profesörlüğüm gibi, başta International Economic Association veya International Finanzinstitut olmak üzere, sayısız uluslararası kongreye katılmış olmam da bunda rol oynamıştır. Herkesden çok dostum Austin Robinson'un (Cambridge, İn­giltere) hizmeti geçmiş bulunan ve iktisatçıların bu ünlü uluslararası «tavan örgütü» olan yıllarca üç memurundan biri olarak International Economic Association'da çalıştım, bu görevim hala devam etmektedir.
Ve nihayet Dünya Bankası'ndaki çalışmalarımla ilgili bir kaç söz; Bu banka bana 1952 yılında misyonlarından birinin üyesi olarak Bangkok'a gitmemi rica etti. Heyet, daha henüz Ameriknlaşmamış bu mem­lekette bir araştırma yapmak ve bu memlekette makul ve istikrarlı bir ekonomik gelişmenin sağlanabilmesi için, kısmen iç kaynaklardan, kısmen dış kaynaklardan yararlanarak yardım etmek gibi bir görevi yüklenmişti. Çeşitli ülkelerden gelen dokuz arkadaşımla beraber Bangkok'da geçirdi­ğim bu üç ay, hayatımın en canlı ve ilginç dönemlerindendir. Az gelişmiş ülkelerin bir taraftan müşterek özellikler göstereceğini, fakat diğer ta­raftan kendi aralannda büyük farklılıkların mevcut olabileceğini bu arada öğrenmiştim. Uzun yıllar boyu Türkiye'de edindiğim tecrübeler, benim Tayland hükümetindeki ve idaresindeki şahsiyetlerle en ufak bir lisan bilgisine ihtiyaç olmaksızın oldukça çabuk anlaşmama kuşkusuz yardımcı olmuştum-. Buna rağmen, Tayland gibi bir ülkenin Türkiye ile kıyas edil­diğinde, Batılılara çok daha yabancı olduğunu gördüm.
Bilhassa Atatürk tarafından gerçekleştirilen reformlar sayesinde bugün Türkiye, Batıya bir çok bakımlardan yaklaşmıştır. Tayland, Ame­rikan ve Avrupa arabalarına, koka-kolaya her ne kadar düşkün ise de, bize iklim, dil, din ve bunların doğal neticesi olan düşünce yapısı bakımından o kadar uzak ki, insan kendisinin istanbul, Ankara veya Yakındoğu’da değil, Uzakdoğu’da olduğunu Bangkok'da hemen idrak ediyor, însan oradaki yerli çalışma arkadaşları arasında dostlar edinmiş, olsa ve oranın kültürüne hayranlık duysa bile, bir Avrupalı'nın Uzakdoğu’yu tamamen anlaması bana imkansız gibi görünüyor.
























GERİYE BAKIŞ: ALMANCA KONUŞAN MÜLTECİLERİN TÜRK KÜLTÜR VE EKONOMİ YAŞAMI ÜSEKİNDEKİ ETKÎSİ
Türkiye'nin 1933'de başlattığı ve aslında aşağı yukarı 1953'de sona ermiş olan büyük deneyden bu yana, birçeyrek yüzyıl kadar bir süre geçmiş bulunmakta. Geriye bakarak başarı ve başarısızlıkları hakkında bir yargıya varmak, kısacası, bir tür bilanço çıkarmak için bu süre her­halde yeterli olsa gerekir.
Ankara ve özellikle İstanbul Üniversitelerinde bu kadar çok sayıda yabancı profesörün görev alması, ülkenin - kültür bakımından - yüksek tabakalarının eğitimi üzerinde kaçınılmaz olarak derin bir etki yapacaktı. Bilindiği gibi, hükümet daha başından beri, sözleşme süremiz bitene ka­dar kendimize yeterli sayıda uygun Türk halef yetiştirmemizi, diğer bir deyişle kendi kendimizi gereksiz kılmamızı, ana görevlerimizden biri kabul ediyordu. Ne var ki, ilk sözleşmelerin beş yılla sınırlanmış süresi, bu hedefe ulaşmaya genellikle yetmedi. Bu nedenle sözleşmelerin uzatıl­masına gidildi ve bir dişi profesör on yıldan çok daha fazla, bazıları 15-20 yıl süre ile Türkiye üniversitelerinin birinde kaldı.
Bugün sanıyorum ki, bize verilen ana görev çoğu hallerde yerine getirilmiştir diyebilirim. Ancak hukukçu, öğretmen, mühendis, doktor, kimyager, fizikçi, iktisatçı v.s. yetiştirilmesi açısından etkimiz, nicel ola­rak çok daha fazla oldu. 1933 üniversite reformundan önce, köklü ve çağın taleplerine cevap verebilecek bir eğitim görme olanağı, ancak ge­nellikle zengin çocuklarından oluşan çok dar bir tabaka için vardı. Bu eğitim ise büyük ölçüde yabancı ülkelerde, öncelikle Fransa, İsviçre ve Almanya'da gerçekleşmekteydi. Reformla birlikte bu durum değişti. Re­formun bir etkisi de, yüksek öğretimin bir bakıma demokratikleşmesi olmuştur denebilir. Bunun, kültürel elit tabakanın seviyesinde kısmen düşüşe yol açtığı inkar edilmemeli; ancak bu, Türkiye koşullarına özgü değil, aksine kitle üniversitelerinin oluşmasıyla her yerde görülen bir yan olgudur. Türkiye'de sınavlar sıkı tutularak bu olgunun azımsanmayacak ölçüde önüne geçilmiş oldu.
Öğrenim düzeyinin yükseltilmesi için gerekli araç ve yöntemleri daha yakından ele almadan önce, - başta Cemil Bilsel'in çabaları sayesinde -üniversite reformundan yararlanmak için ilgi duyan daha geniş bir çev­reye de (tabii yalnız kentlerde) olanaklar sağlandığını belirtmek gerekir. Bu iki türde gerçekleşti: Üniversite olan şehirlerde kamuya açık dizi konferanslar ve orta büyüklükteki Anadolu şehirlerinde Üniversite Haf­tası adı verilen uygulamalar. Her halükarda İstanbul'daki aydın çevre­lerce çok tutulan dizi konferanslar, Türkiye için tamamen bir yenilik demekti ve yalnızca yetişkinlerin öğrenime devamlarına yaramakla kal­mayıp, ayrıca üniversite çalışmalarını ve profesörlerini tanıtmak için etkili bir yöntem demekti. Ancak sosyal bakımdan, taşradaki «üniversite haftaları» neredeyse daha da Önemli oldu. Hatırlayabildiğim ilki, savaş başladıktan hemen sonra Konya'da, eski Selçuk sultanlarının başkenti olup 1466'dan beri Türklerin elinde bulunan, başta güzel bir camii olmak üzere şaheser sanat abideleri bulunan bu şehirde yapıldı, İslam dünya­sında Konya, İranlı mistik Cemaleddin Rumi'nin (takma adı: Mevlâna) kurduğu Mevlevi tarikatının yeri olarak bilinir, ilk kez uçağa binmeme vesile olduğundan olacak, Konya'daki toplantıyı iyice hatırlıyorum. Uçak­ta, ancak üniversite haftasına katılan on-oniki profesöre yetecek kadar yer vardı, îki motorluydu ve Konya'ya direkt uçamıyor, Ankara'ya uğ­ramak zorunda kalıyordu, epey alçaktan uçuluyordu; bunun yararı üze­rinden geçtiğimiz yöreyi, örneğin büyük Tuz Gölü'nü iyice görmemiz, hoş olmayan yanı ise sık sık sarsılmamız idi. Konya'nın küçücük havaalanına indiğimizde bizi başta Vali ve Komutan olmak üzere önemli kişilerden oluşan bir topluluk bekliyordu.
Daha sonra birkaç gün süreyle verdiğimiz konferanslarda, taşradaki doktor, avukat, yüksek memur ve benzeri diğerlerini ilgilendireceğini sandığımız sorunları ele aldık. Sonunda, başta Rektör Bilsel olmak üzere hepimize ifade edilen minnet duyguları, toplantıların gerçekten başarılı olduğunu bize gösterdi, özellikle biz yabancı profesörler için, kolayca anlaşılabileceği gibi, konuşmak ve özellikle konferanslardan sonra gelen sayısız soruyu anında ve basit biçimde cevaplamak, kolay iş değildi; ama en az üç saat süren ve altıncı ya da yedinci servis yapıldığında yemekleri saymaktan vazgeçtiğim ziyafete dayanabilmek bana çok daha zor geldi.
Yeniden esas görevimize, derslere ve öğrencilerin yararlanacağı araş­tırma tesislerinin kurulmasına dönerken, faaliyete geçtiğimiz sıralarda, konuların derinine inen monografiler şöyle dursun, branşımızın ana so­runlarının çağdaş biçimde dile getirildiği kitapların yok denecek kadar az olduğunu hatırlatmak gerekir. Bu nedenle bir an önce, sözleşmeleri­mizde üstlenmiş olduğumuz gibi, branşlarımız veya okuttuğumuz ders­lerle ilgili ders kitaplarını yazmaya giriştik. Bunlar bazen daha çok tek­sir niteliğini taşımakla birlikte, ara sıra daha iddialı olanlarına da raslanıyordu. Ben kendim (birkaç baskı yapan) iki ciltlik bir genel iktisat teorisi, dış ticaret ve tarım politikası hakkında bir kitap, bir iktisadi düşünce tarihinin ilk cildini, maliye üzerine yazılmış denemelerden oluşan geniş bir derleme ve «Çağdaş Gelir Vergilendirmesi: Teori ve Pratik» adlı bir monografi yayınladım ki, bu sonuncusu daha sonra (1947) Bern'­de aynı konuyla ilgili ve Almanca dilde yayınlanan kitabımın çekirdeğini oluşturdu. Özellikle adı geçen son eserimin Türkiye'de gördüğü şaşırtıcı ölçüdeki ilgi, üçer binlik olmak üzere birkaç baskı yapmasıyla belirmekte; yani Almanca metinden çok daha geniş bir ilgi görmüş oldu. Röpke, Rüstow, Dobretsberger ve Isaac da bir bakıma hayli geniş kapsamlı ders kitapları yazdılar, bunlar Türkçeye çevrildi; yanısıra çeşitli nıonografik araştırmalar da yayınladılar.
Diğer branş temsilcileri de çağdaş tarzda bir Türkçe ders kitabı literatürü oluşturmaya katkıda bulundular. Ayrıca birçok fakültede mo-nografik araştırma dizileri ve dergiler çıkartılarak, o güne kadar hemen hiç bilinmeyen Avrupa-Amerika örneklerinde olduğu gibi, yeni teorik araştırma sonuçları, belirli alanlardaki gelişmeler ve son durum hakkında genel görünümler ve Türk ve Alman bilim adamlarının ampirik araştır­maları yayınlandı.
Ben şahsen, en büyük çabamı, kaliteli bir iktisat dergisi çıkarmağa yönelttim. Nitekim iki Türk meslekdaşımla birlikte on kalın cildin baş­yazarlığını ve yöneticiliğini yaptım. Dergide münhasıran değil ama, birinci planda, Türk üniversiteleri mensuplarının çalışmaları yayınlandı. Her yazı hem Türkçe, hem de ingilizce, Almanca ya da Fransızca tam metin olmak üzere. Geriye doğru baktığımda bana öyle geliyor ki, savaşın izin verdiği ölçüde dış ülkelerle bağımın sürmesini ve uzun mültecilik yılları boyunca, en azından Almanya dışındaki yabancı ülkelerde adımın tama­men unutulmamasını sağlayan şey, özellikle resmi adı «istanbul Üniver­sitesi İktisat Fakültesi Mecmuası» ya da «Revue de la Faculte des Sci­ences Economiques de l'Universite d'Istanbul» olan bu dergidir. Orijinal yazılarını yayımladığımız Fransız iktisatçılarına örnek olarak, Victor Rouquet la Garrigue, Henry Laufenburger ve François Perroux'u sayı­yorum. Son adı geçenin yazıları arasında «La generalisation de la 'Ge­neral Theory' (Keynes)» adlı çok ilgi çeken ve istanbul'da verilmiş bir konferanstan kaynaklanan makale de vardır. 1948 Temmuz sayısında da, ilk kez olmak üzere Almanya'daki bir Alman'ın, o sıralar Bank Deutscher Laender mensubu ve daha sonra uzun süre Federal Banka yönetim üyesi olan Heinrich Irmler'in kaleminden çıkma «Almanya'daki merkez ban­kacılığının yeniden düzenlenmesi» başlıklı bir makale yayınlandı. Yine aynı sayıda Tilburg'lu maliyeci M. J. H. Smeets'in kaleminden çıkan ve Hollanda'daki yeni gelir vergilendirmesini tanıtan bir yazı da yer aldı.
Tüm yayınlarımızın, gerek ders kitapları ve gerekse dergilerin çok yönlü güçlükler içinde çıktığını anlamak için salt dil veya tercüme sorun­larını akla getirmek yeterli olur. Üstelik buna, bir dizi teknik güçlük de eklenmekteydi. Örneğin, başlangıçta yabancı dil bilen bir tek mürettibin bulunmaması; buna rağmen Türkçe olmayan makale metinlerindeki yan­lışların azlığı hayranlığa değerdi.
Ülkeden ayrıldığımda, dizgi ve baskı tekniği başlangıçtaki akıl almaz ilkellikteki koşullara kıyasla önemli ölçüde ilerlemiştir. Bunlara bir ör­nek: Ders kitabı yayınlama yükümlülüğümü mümkün olan en kısa süre içinde yerine getirebilmek için, Fransızca yazdığım derslerimi forma for­ma yayınlamayı denemiştim. Tahminimce iki forma tamamlandıkça, ya­zımı tercümana verir, o da, kolayına geldiği için, metni Türkçeye eski (Arapça) yazıyla çevirir ve bu metin tabii tek kopya olurdu. Matbaa, yaklaşık toplam 80 m2 'yi geçmediğini sandığım iki küçük odadan oluş­maktaydı. Günün birinde prova nüshalarının gönderilmesinde uzunca bir tıkanıklık doğduğunda, yardımcımla birlikte biraz huzursuzca matbaaya inerek gecikmenin nedenini öğrenmek istedik. Biraz uğraştıktan sonra -1933 kış aylanndaydık - anlaşıldı ki, bir çırak matbaada yatmış (olağan bir hal) ve çok üşüdüğünden yakacak ne varsa -bu arada ders kitabı elyazılarımın aradığımız bölümünü de - ateş yakmak için kullanmıştı.
Tabii bir telif hakkı veriliyordu, ama aynî olarak; daha doğrusu, bir basınım % 30-50'si oranında kitap yazarına veriliyor, o da bunları ya (çok kez % 25'lik) belli bir indirimle doğrudan doğruya öğrencilere satabiliyor, ya da biraz daha yüksek bir indirimle, satışı kitapçılara dev­rediyordu. Doğal olarak ben, hele ana yayıncımın büyükçe bir kitabevinin de bulunduğunu gözönüne alarak, ikinci yolu seçtim. Tirajlar, Alman standartlarına göre bile düşük olmaktan hayli uzaktı - genellikle üçbin adet -. Çünkü derslere giren ve dolayısı ile imtihan edilecek hemen her öğrenci bu kitaplardan almaktaydı, Hükümet üniversite yayınlarını öyle­sine desteklemekte idi ki, bunların fiyatı her öğrencinin dayanabileceği bir düzeyde tutulabiliyordu. Bu nedenle öğrenci bu kitaplardan edinmek olanağına sahipti. Bu politika bana gerçekten makul ve sosyal geldi. Her ne kadar yazarların aleyhine işlemekte idi ise de, esas amaca varılıyor, yani yayınların mümkün mertebe geniş ölçüde yayılması sağlanıyordu. O zamanlar bağımsız yazar ve yayıncıların, üniversite yayınlarıyla reka­bette pek ender olarak başarı gösterdikleri anlaşılabilir. Ayrıca, üniver­site mensuplarının yayınladığı çalışmalar hakkında gerekli bilgiler veren merkezi bir devlet kurumu uzun süre oluşmadı. Yürürlükteki sistemin bu ve başka noksanlıklarına, Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel'in isteği üzerine kendisine 28.4.1939 tarihinde verdiğim bir memorandumda işaret etmiştim; oradaki öneriler geniş ölçüde uygulamaya kondu.
Yabancı profesörlerin, ülkenin maddi koşulları ve kurumları üzerin­deki etkisine gelince; iktisat ve maliye alanındaki çabalarımız öncelikle aşırı ve merkezi plan ekonomisine eğilim gösteren devletçiliğe karşı çık­maya yönelik oldu. Osmanlı İmparatorluğu tecrübeleri karşısında, ülke­nin Cumhuriyet kurulduğu sıralar içinde bulunduğu durumda ve yabancı tekellerin ileri ölçüdeki hegemonyası ile iktisat politikasında egemenliği kısıtlayan bazı olgular nedeniyle bu devletçiliğin belli ölçüde haklı olduğu kanısında idim, hele ilk zamanlar dinamik Türk girişimcileri hiç yokken. Benim bu kanımı, meslekdaşlarım Röpke ve Rüstow paylaşmıyorlardı, ancak bu aramızda ciddi anlaşmazlıklara yol açmadı; çünkü onlar gibi ben de gerek birçok yeni devlet işletmelerindeki ve gerekse özellikle dış ticaret politikasıyla ilgili tedbirleri alan makamlardaki aşırı bürokratizmi onlar kadar sert bir biçimde eleştirmekteydim.
Şurası mutlak ki, ticaret politikasındaki müdahalecilik - «dirijizm» dememek için - gerek tarım ürünleri ihracatını gerekse de önemli üretim araçları ithalatını sık sık hayli yavaşlatmış ve pahalılaştırmıştı. Ama bu tarz bir eleştiri ile devletin yön verici önlemler almasının topyekün reddi arasında çok fark vardır ve ben hala, her nekadar yeni kurulan devlet veya devletçe desteklenen sanayi işletmelerinde, örneğin kömür, çimento, şeker, tekstil alanlarındakilerde, birçok şey daha iyi yapılabilir idiyse de, karma ekonomi düzeni'nin katkısı ile Türkiye ekonomisinin artık bütün­lükle gelişmemiş olmayıp; isteyenin «orta derecede gelişmiş», isteyenin de «henüz yeterince gelişmemiş» olarak tanımlayabileceği bir düzeye ulaşmış olduğu kanısındayım.
Adil bir karara varmak için, son olarak, Türkiye halkının büyük çoğunluğunun daha 1930'larda, bugün tasavvur edilemiyecek kadar basit koşullar altında yaşamakta olduğu ve olağanüstü düzeyde sermaye kıt­lığı olduğu unutulmamalıdır. Buna iki örnek: Bir kutu kibrit aşağı yukarı 2 kuruş ediyordu, ama Anadolu köylüleri kibritlerini idareli kullanmak için her yola başvuruyor, örneğin kibriti uzunlamasına ikiye bölüyordu (bu hüneri ben hiç bir zaman gosterememişimdir). İkincisi: oturduğum semt olan Kadıköy'ün çarşısında bir Ermeni kasap esas olarak yaban-domuzu eti satardı, bilindiği gibi Müslümanların bu eti yemesi haramdır, ama Kadıköy'de Türk uyruklu birçok Rum ile Müslüman olmayan yabancı oturduğundan satışları gayet iyi giderdi. Biz de müşterilerindendik. Bir gün bana gelerek şöyle bir ricada bulundu: Savaş sırasında doğan yüksek fiyat artışları karşısında - İki yabandomuzları fiyatları da artmıştı - bü­tün bir domuz alacak kadar sermayesi kalmamıştı. Eğer ona gerekli olan 50 Lirayı - yaklaşık 100 Mark - ödünç verecek olursam dertleri sona ere­cekti; borcunu en iyisi mal ile ödeyebilirdi, yani peşpeşe et getirerek. Gerçekten de ondan sonra yıllar boyu yabandomuzu etimizi böylece aldık. Yani biz teorik iktisatçılar her ne kadar devletçiliğin aşırı gitmemesi ve yavaş kıpırdanan kişisel özel girişimin kısıtlanmaması gerektiğinde birleşmekte isek de, devlet müdahalelerinin biçim ve ölçüsü hakkında pek aynı düşüncede değildik. Ancak içimizden biri hükümetin ilan ettiği amaç­lara ters düşen bir ekonomi politikası önerdiğinde bile, hükümetin pro­fesörlerin tutumunu hemen hemen hiç bir zaman eleştirmediğini kayda değer görüyorum. Gerçekten, resmi makamların hoşuna gitmese bile, bilimsel bulguların engellenmeden ve cezalandırılmaksızın ilan edilebildiği ve böylelikle geniş kamu oyunun eleştirisine sunabildiği bir ülkede çalı­şabilmeyi şükranla karşılanmalıydık. Bizzat bana değişik vesilelerle, belirli iktisadi ve mali politika ka­rarlarını etkilemek nasip oldu.
Çabalarımın temelinde, ülkenin vergilendirme sistemini modernleştir­meye ve rasyonelleştirmeye yardım etmek isteği yatıyordu. Mutlu raslantılar sayesinde bu istek daha sonra geniş ölçüde gerçekleşti.
Birkaç yıl İstanbul'da kaldıktan; hükümet, idare ve mecliste hüküm süren «Ankara ruhu»nu da az çok tanıdıktan ve ülkenin diğer birkaç yöresini de ziyaret ettikten sonra, gelişmiş Batı ekonomilerine özgü nıali kurum ve önlemlerin Türkiye'ye aktarılmasında doğacak büyük güçlük­lerin iyi-kötü farkına varabiliyordum. Çünkü (Türkiye) o sıralar henüz nüfusunun % 60'ından fazlası okuma-yazma bilmeyen, iktisaden geri ül­keler arasında idi ve belli bazı ilerlemelere rağmen, hala nicelik ve nitelik bakımından yetersiz kalan bîr maliye idaresine sahipti. Buna rağmen, Türkiye'nin eğer artan kamu görevlerinin mümkün mertebe adil ve enf­lasyonsuz finansmanı sağlanmak isteniyorsa; köklü bir maliye reformunu ele almayı mümkün, hatta zorunlu kılan aşamaya varmış olduğu inancındaydım, Görüşümce reform, her şeyden önce kapsamlı ve modern tarzda bir gelir vergisi getirmeliydi.
Gelişmekte olan çoğu ülkelerde olduğu gibi, o sıralar Türkiye'de de vergi sistemi, dolaylı denen vergilerin, özellikle tüketim vergilerinin be­lirgin egemenliği bulunan bir yapıya sahipti. Fazla gelir getirmeyen arazi vergisini saymayacak olursam, dolaysız vergiler içinde, bir yanda mün­ferit gelir biçimlerini, örneğin sanayi ve serbest meslek erbabının gelir­lerini, diğer yanda da ücret ve maaşları birbiriyle bağıntı kurmaksızın ele alan bir vergi ön planda gelmekteydi.
Dikkati çeken nokta, bu verginin belli ölçüde şahsi vergi muafiyet­leri yanında müterakki vergi oranları içermesi ve maaş ile ücret gelir­lerine kaynakta vergilendirme (Stopaj) uygulaması bakımından çağdaş çizgiler taşıması idi. Ne var ki bu önlemler, kısmi ve salt bu nedenle objektif olarak biçimlenen bir vergi çerçevesi içinde yabancı kalıyor ve sosyal olmayan etkileri bulunan bir unsur oluyordu.
Daha önce de sözü edildiği gibi, kısa bir süre sonra genç, çok yete­nekli ve Avrupa, öncelikle de Alman kurumlarını iyi tanıyan ve en azın­dan benim kadar reform isteklisi bir maliyeci müttefik buldum: Ali Alaybek. Üst makamlarla yapılan sayısız görüşmelerden sonra, en sonunda maliye bakanını ve onun aracılığı ile tüm bakanlar kurulunu, vergi re­formunu görüşmek için küçük bir bilirkişi komisyonu kurulmasının gerekliliğine ikna etmeyi başardık. Alaybek ve benim dışında İstanbul Defterdarı’nın da katıldığı bu komisyon, yıllar süren yoğun çalışmalar sonunda geniş kapsamlı bir rapor düzenleyerek Almanya tipi bir vergi düzeninin kurulmasını, gelir, kurumlar ve esnaf-sanatkarlar için de bir tür verginin getirilmesini önerdi. Sonuncu tür verginin gerekçesi, bu gibi küçük işletmelerin çağdaş, defter tutmayı gerektiren bir gelir vergisi kapsamına etkili ve kalıcı biçimde alınmasının umulamıyacağı idi.
Raporumuz açıklandıktan ve hele ona dayalı kanun tasarıları Maliye Bakanlığında hazırlandıktan az sonra, kamuoyunda, anlaşılacağı üzere en başta reformla vergi yükleri artacak olan çevrelerin körüklediği şiddetli ve uzun süren bir mücadele bağladı. Bir yıldan uzun bir süre boyunca genel basın, mesleki basın, ayrıca radyo ve meslek kuruluşları da - örne­ğin sanayi ve ticaret odaları - tartışma konusu projelerle meşgul oldu. Vergi reformu kongreleri, dernek ve kuruluşlarda düzenlenen protesto mitingleri v.b. gündemde idi. Salt hükümet değil, ayrıca ve belki ön planda reform komisyonu üyeleri de sürekli ve sinir bozucu bir savunma sava­şına girdiler. Her halükarda, o yıllarda ülkedeki tanınmışlık ve sevilmişliğinı birbirine zıt yönlerde gelişti.
Bütün bu tepkilere rağmen en sonunda, savaş bittikten az sonra (1950) reform tasarılarını esasta bir değişikliğe uğramadan kanun ha­line getirmek mümkün oldu. Geriye doğru baktığımda, bunların önemli bir ilerleme olduklarına hala inanıyorum. Gerçekten de geçen yaklaşık otuz yıl boyunca gelir vergisi ve kurumlar vergisi Türk vergi sisteminin temel direkleri haline gelmiştir. Öyle ki, artık bunların yol edilmesi düşü­nülemez. Doğal olarak geçen zaman zarfında reformda mükerrer deği­şiklikler yapılmış ve İlk öngörülen oranlar birkaç kez arttırılmıştır. Ne yazık ki, enflasyonun etkileri bu arada yeterince göz önüne alınmamış, ayrıca tarımsal gelirleri - ki bunlar Türkiye'de doğal olarak hala, örneğin bizdekinden çok daha önemli bir yer tutmaktadır - mümkün ve gerekli ölçüde ve etkinlikle gelir vergisine tabi kılmakta başarı sağlanamamıştır. Ama hakkaniyet göstererek, en ileri Batı ülkelerinin de bu iki soruna tatmin edici çözüm getiremediklerini kabul etmek gerekir. Burada Alman «Tarım gelirlerini vergilendirme komisyonu»nun 21 Ocak 1978 tarihli son raporuna değinmek yeterli olur: Rapora göre, tarım sektörünün öde­diği vergiler, günümüzde aynı sektörün net sosyal hasılaya katkılarının % 6'sını oluşturmakta; elli yıl önce bu oran % 20’ idi.
Bana Türkiye'nin ekonomi politikasını etkilemek için ikinci fırsat, savaş bittikten az sonra, Merkez Bankası İstanbul Şubesi müdürünün, Türk Lirasının devalüasyonu sorunu üzerindeki görüşlerimi yazılı olarak açıklamamı rica etmesi ile doğdu. Konuyla ilgili görüşme sonrasında bunun son derece güncel bir sorun olabileceği aklıma bile gelmemişti. Sanıyordum ki Merkez Bankası müdürlüğüne, belki (bir gün) gündeme gelebilecek olan bir devalüasyonun fayda ve zararları, gereğinde de de­valüasyon oranı ile ilgili belirli temel düşüncelerimi açıklamam isteniyor. Ancak kısa yazımı bitirip teslim ettikten birkaç gün sonra, (bu gibi du­rumlarda adet olduğu gibi bir Cumartesi günü) meclis toplandı, oturumda Başbakan herkesi şaşırtan bir şekilde ve daha önce kitle yayın organları böylesi bir amacın varlığını - istisnai olarak - önceden haber almamışken, o andan itibaren liranın devalüe edildiğini açıkladı. Bunun üzerine birkaç milletvekili eleştiride bulununca, Başbakan benim - aslında onun için ha­zırlanmamış olan - raporumu çantasından çıkararak, hükümet kararını savunmak için, ülkede artık hayli tanınan ve koşullan iyi bilen bir üni­versite profesörünün de Liranın devalüasyonundan yana çıktığını ve bunun da hükümetçe öngörülmüş olduğunu belirtti.
Üçüncü ve son bir örnek: 1949 yılında hükümetin isteği üzerine «devlet yönetiminin rasyonalleştirilmesinin olanakları hakkında rapor» sundum. Bu geniş kapsamlı görevden ilkin ürkmüştüm; çünkü, her ne kadar tüm bilgi edinme imkanları verildiyse de, teknik ve personel ba­kımdan hemen hemen hiç bir yardım tahsis edilmemişti. Ancak ısrar üzerine birkaç ay süreyle ilk bakışta reforma uğraması özellikle gerekli görülen idari kuruluşlardan örnekleme yaparak, Ankara'da politik ba­kımdan kabul ettirilebilir yönetsel değişiklik önlemlerini araştırmayı ka­bul ettim. Bu düşünce ve önerilerimin ne kadarının fiilen uygulamaya konduğunu hiç bir zaman öğrenemedim, ama korkarım ki eğer kondu ise, bu son derece mütevazı ölçüde olmuştur.
Sık sık, İstanbul Sanayi ve Ticaret Odası tarafından görüşmelere çağrıldım; örneğin, muamele vergisi reformu sorunu görüşüldüğünde, düşüncelerim sık sık anlayış ve onayla karşılandı.
Diğer fakültelerdeki Almanca konuşan Profesörlerin etkisi hakkında pek o kadar ayrıntılı konuşamıyacağım. Önceden işaret etmiş olduğum gibi hukukçu, doktor, fen bilimcileri, dil öğretmenleri ve son olarak da mimarların eğitimi geniş ölçüde yabancı meslekdaşların çalışmasından etkilendi. Dil eğitimindeki durum, Leo Spitzer ve başkalarının desteğiyle kurulan, Alman ve Türk profesörlerden başka çok sayıda genç asistanın da çalıştığı bir yabancı diller okulunun, özellikle Almanca dil öğretiminin daha iyi bir hale getirilmesinde önemli katkısının olmasıydı. İngilizce ve Fransızcaya gelince; bütün fakültelerden gelen öğrenciler, ilk olarak ya­bancı yazını okuma ve branşlarında yararlanma olanağı elde ettiler. Daha önceleri, ancak şehirdeki Fransız ya da İngiliz-Amerikan liselerinden birine gitmiş olanlar, bu olanağa sahipti.
Yabancı profesörlerin, tıp öğretimi ve halkın doktor veya hastahane ihtiyaçlarının giderilmesindeki etkileri hakkında daha önce değindiklerime ekliyebileceğim, tanıdığım birçok diğer gelişmekte olan ülkede olduğu gibi Türkiye'de de bu ihtiyaçların orta ve büyük şehirlerde, kırsal alana kıyasla çok daha iyi olduğu idi ve olduğudur. Bunun ana nedeni, şehir hayatının gerçek veya hayali avantajlarına alışkın genç doktorların köy­lerde veya küçük şehirlerde sürekli yerleşmeye güç razı olmalarıdır. Bu eksikliği gidermek için devletçe getirilen zorlayıcı hükümler, gözlemlerime göre pek az başarı sağlamıştır.
Yabancı müzisyen ve diğer sanatçıların faaliyetlerinin etkileri, özel­likle konser veya opera şeklindeki müzik gösterileri bakımından büyük ve kalıcı oldu. Daha önce adı geçen üstadlardan, ama hepsinden önce Hindemith, Praetorius ve Amar'm yanı sıra, Ankara Orkestrası birinci kemanlar şefi Adolf Winkler, ikinci kemanlar şefi Gilbert Back, devlet konservatuarında violin ve viola dersi yeren Walter Gerhard ile flüt dersi veren Friedrich Schönfeld sayılabilir. Bunların çoğu Avusturyalı idi ve vatanları Nazi Almanyası'nca ilhak edildikten sonra Türkiye'ye gelmiş­tiler.
Akademik öğretmenler olarak ana görevimiz, yerimize geçecek olan­ları yetiştirmekti. Öğrencilerimiz ve haleflerimiz diyebileceğimiz tüm Türk yardımcıları burada ayrıntılı olarak anmak şöyle dursun, adlarını say­mam bile olanaksız. Bir kere, iktisat ve hukuk fakültesi dışında kalan­ların çoğuyla yeterince tanışmıyordum; öte yandan genç Türk meslek-daşlarımdan bazıları ölmüş bulunuyor. - örneğin yıllarca doçentim olan ve özellikle para alanındaki sorunlarla ilgilenen Refii Şükrü Suvla ile en eski yardımcım ve savaştan sonra Ticaret Bakanlığı yapmış olan Muhlis Ete gibi - son olarak ve en önemlisi, üzerinde kişisel ve doğrudan bir etkimizin bulunmadığı, yeni bir sosyal bilimciler ve iktisatçılar kuşağının yetişmiş olmasıdır. Bu nedenle aşağıdaki taslakta birçok boşluklar ola­caktır. Zaten Türkiye üniversitelerinde çalışmaya başladığımızda da, do-çent hatta profesör olan ve bu nedenle olsa olsa yabancı profesörlerden yoğun ve düzenli fikir alışverişi aracılığıyla etkilenebilecek olan birçok Türk meslekdaş vardı. Bunlar arasında, birkaç kez adı geçen istatistikçi Ömer Celâl Sarç, sosyolog Ziyaettin Fahri Fmdıkoğlu, iktisat tarihçisi Ömer Lütfi Barkan, matematikçi Kerim Erim, hıfzıssıhhacı Muhittin Erel ve başka tıp uzmanları, ayrıca çok sayıda hukukçu, örneğin medeni hukukçu Ebululâ Mardin ve idare hukukçusu Sıddık Sami Onar sayıla­bilir.
Osman Okyar ve Süphan Andıç'ın yanı sıra özellikle Sabrı Ulgener, öleli çok olan Ahmet Ali Özeken, Orhan Dikmen, Feridun Ergin ve Memduh Yaşa'yı kısaca anmak istiyorum. Çünkü bunların tümü, bazıları hayli uzun süre benimle birlikte çalıştıktan sonra profesör olmuş, çoğu eserleriyle ve uluslararası kongrelere katkıları ile iyi birer isim yapmış­lardır. Eskiden beri Sabri Ülgener'e kalpten bağlılık duymaktayım. Ken­disi, mükemmel Almancasını İstanbul Alman Lisesinde öğrenmiştir. İkti­sat ve maliye politikasından ziyade hiç değilse kısmen, sosyolojik dene­bilecek sorunlarla ilgilenirdi. Baştan beri Max Weber'in araştırmalannın onu hayli çektiği düşünülürse bunda şaşılacak bir şey kalmaz. Özellikle (Weber'in) dmi-sosyolojik eserleri üzerinde çalışmış ve bunları bazı yön­den tamamlamıştır. Eski İstanbul müftüsünün oğlu olması bu durumu kısmen açıklamaktadır. Feridun Ergin asistanım olduğunda savaş baş­lamıştı. Kendisi o sıralar savaş ekonomisinin teorik ve pratik sorunlarına yoğun bir şekilde eğilmiş, doktora tezini de bu konuda vermiştir.
Memduh Yaşa'nın adını yukarıda anmıştım. Kendisi şu sırada, za­manında önerim üzerine kurulan ve ben ayrıldıktan sonra önce Orhan Dikmen, daha sonra da Bedi Feyzioğlu tarafından yönetilen İstanbul Üniversitesi Maliye Bilimleri Enstitüsü'nün başkanıdır. Her üçü de, ülke­lerini ilgilendiren teorik ve pratik mali sorunlar üzerinde çalışmışlardır: Dikmen muamele vergisi sorunları, Yaşa dolaylı vergi sorunları ve Fey­zioğlu da bütçe sorunları ile. ampirik bakımdan yetenekli ve ilkin önce­likle tarım politikasıyla ilgili araştırmalarla dikkati çekmiş olan Mehmet Oluç, ancak kısmen Alman profesörlerin öğrencisi sayılabilir, ancak o da kendisini «bizim devrin» bir profesörü hissetmektedir.
Almanca konuşan diğer iktisatçıların yetiştirdiği genç Türk meslekdaşlar arasında, uzun süre Kessler'in yanında bulunan ve sosyo-politik sorunlara duyduğu ilgiyi ondan devralmış olan Orhan Tuna sayılabilir. Kendisi son on yıl içinde, Türk sendikacılığının sorunları ve Almanya'daki Türk işçilerinin kaderi ile ilgilenmiştir. Adı son geçen konuda Alman meslekdaşı Willy Neuling ile birlikte çalışmıştır.

Diğer branşlardaki Almanca konuşan profesörlerin yetiştirdiği ve benim değişik nedenlerle daha yakından tanımak ve değerini anlamak fırsatı bulduğum Türk bilimcilerinden birkaçının daha hiç değilse adlarını anmak istiyorum. Bunlar arasında ne yazık çok genç yaşta ölmüş olan -ticaret hukukçusu Halil Arslanlı, Ernst Hirsch'in öğrencisi - ; Andreas Schwarz'ın yardımları Bayan Türkân Rado, Bülent Davran, Hıfzı Veldet, daha sonra Leo Spitzer'in baş öğrencileri Nesteren Dirvana, Mina Urgan ve Sabahattin Eyüboğlu, Ernst Reuter'in sadık yardımcısı Fehmi Yavuz, Isaac'm öğrencisi ve halefi Feridun Özgür, Reichenbach'ın yetenekli yar­dımcısı Nusret Hızır, tanınmış dahiliyeci ve Erich Frank'a teşekkür borç­lu olan Nebil Bilhan, değeri bunlardan az olmamak üzere, akademik öğrenimini Göttingen'de tamamlamakla birlikte daha sonra Richard von Mises ile birlikte çalışmış olmaktan yararlanan ve istanbul'u son ziyare­timde (1976) oradaki Üniversitenin rektörü bulunan Nazım Terzioğlu bulunuyor.
Eski yardımcılarımıza bir anlamda «çocuklarımız» gözüyle bakar­ken, herhalde artık hepimiz Türk «torun» sahibi olmuş bulunuyoruz. Çünkü doğallıkla artan ölçüde bizi, olsa olsa ancak eserlerimizden tanı­yan, ama eski yardımcılarımız aracılığı ile bir bakıma dolaylı olarak çalışmalarımızdan etkilenmiş olan yeni bir nesil yetişmiş bulunuyor.





O GÜNKÜ VE BUGÜNKÜ TÜRKİYE
Türkiye Cunıhuriyeti’nin şimdiki sosyo-ekonomik durumunu, 1933'de gördüğümüz veya 1950'lerin başlarında ayrıldığımız zaman ile kıyaslaya­rak derinlemesine anlatmak, amacım olmadığı gibi, kitabın istenilen ka­rakterine de uymaz. Ama bu anıların sonunda bazı tespit ve görüşlerimi de belirtmek isterim. Bunlar öncelikle, son yirmi yılda bu ülkeye tekrar tekrar yaptığım seyahatlerde edindiğim izlenimlerden kaynaklanmakta­dır.
Gözlem süresinin nispeten uzun oluşu ve teknikle ekonominin heryerde ve gerçekten Türkiye'de de muazzam bir hızla gelişmiş olması gözönüne alınınca kendiliğinden anlaşılacağı gibi, bazı şeyler aşağı yukarı aynı kalmışsa da, başka, hem de birçok şeyler köklü değişikliklere uğra­mış bulunmaktadır.
İlk olarak, gelişmekte olan bir ülke için bile şaşırtıcı ölçüdeki ola­ğanüstü nüfus artışını vurgulamak gerekir. 1930'ların başında onbeş mil­yon olan nüfus sürekli yüksek doğum oranı - yaklaşık % 2,5 - sayesinde 1970'lerin ortalarında kırk milyona ulaşmıştır. Bölgesel dağılımı ve cin­siyetler arasındaki farkları yüksek olan okuryazarlık oranı, önemlice yükselmiş, altı yaşının üzerindeki nüfusun tahminen beşte dördünün faz­lası okuma yazma bilmezken bu oran yarının altına düşmüştür. Tabiî eğer bölge ve cinsiyet farkları gözönünde bulundurulacak olursa, bu oran yine de çok yüksektir.
Maddi refah oldukça artmışsa da, sözü geçen nüfus artışı nedeniyle kişi başına gelir rakamları ilk bakışta sanılacağı kadar yükselmemiştir. Sanayileşme, küçümsenmeyecek ilerlemeler kaydetmiştir, ama ülke kay­naklarından bugün de çoğu zaman en iyi şekilde yararlanılmam ak tadır. Daha önce başka bir vesileyle değindiğim gibi, gelişmekte olan birçok ülke gibi Türkiye'de de kısmen haklı görülebilecek olan devlet müdaha­leciliğini aşırıya götürerek, özel girişime sık sık yeterli hareket serbes­tisi bırakmayan yönlendiriciliğe (Drigismus) dönüşme tehlikesinden ken­disini sakmamamıştır. Liranın sık sık devalüe edilmesine rağmen çözümlenemiyen dış ticaret güçlükleri ve buna bağlı olarak para ve Özellikle döviz durumu, gerçi kısmen bazı aşırı hızlı bir modernleşme politikasını ve her zaman ekonominin bir bütün olarak istikrarına yönelik olmayan bir mali ve para politikasının sonucu olarak açıklanabilirse de; kanımca, Türkiye'nin yalnız başına sorumlu tutulamayacağı bazı nedenleri de vardır.
Bazılarının, özellikle gelişmekte olan ve yüksek nüfus artışı ile karşı karşıya bulunan ekonomilerin işsizlik ve büyüme sorunlarına gözüm ge-tireceğini umdukları, oysa gerçekte olsa olsa geçici ve sosyal adaletsiz­likler pahasına böylesi bir çözüme katkıda bulunabilecek olan, uzun va­dede ise kesinkes kendisiyle mücadele edilmesi gerekli bir hastalık uzun süredir Türkiye ekonomisinde de egemendir: Enflasyon. Bu, savaş sıra­sında başlamıştır. Son on yılda ise en azından Almanya ölçülerine göre göz yumulamas olan bir boyuta ulaşmıştır. Gerçekten de, yılda yüzde kırk hatta yüzde elli üzerinde seyreden para değerindeki düşüş, kaynakların ekonomik kullanılması, ücret ve vergi politikası vb. için öylesi güçlükler getirmektedir ki, iktisadi düzen bir bütün olarak sallanmaya bağlamak­tadır. Bu arada, ücretlerin ve bilhassa aylıkların enflasyona tam uyar­lanması yapılamamaktadır. Bunun yanı sıra, heryerde olduğu gibi, mü­terakki gelir vergisinin değişik nedenlerle -bu arada özellikle tahakkuk ve ödeme usullerine bağlı olarak aile durumu, gelir vb. bakımından eşit durumda olan ücret ve maaşlara çok daha fazla yük getirmesi nedeniyle - dar gelirliler bilhassa güç duruma düşmektedirler. Gerçi zen­ginler de kısmen sözde kazançların vergilendirilmesi, kısmen de paranın değerindeki düşüş göze alınırsa daha ziyade kayıp hanesine yazılması gereken faiz ve temettülerin vergilendirilmesi ile enflasyondan etkilenmiş olmaktadır. Ancak, Türkiye gibi bir ülkede enflasyonist fiat artışlarının vergilendirme üzerindeki net etkisinin, gelir dağılımında zaten mevcut olan eşitsizlikleri daha da büyüttüğü varsayılabilir.
Diğer bir tehlikeye daha işaret etmiş olalım. Bir devlet, iktisadi ve mali güçlüklerle karşılaşır, sonunda uluslararası kuruluşlardan veya - daha kötüsü - müttefik üçüncü ülkelerden sürekli borç almaktan başka çare bulunamazsa, ekonomik bağımlılıktan giderek, «aslında» hiç de amaç­lamadığı, politik bir bağımlılığın içine kolayca düşebilir. Hele geçmişte acı tecrübelere sahip olan bir ülke - somut olarak, Birinci Dünya Savaşı öncesi yüzyıl içinde Osmanlı İmparatorluğunun geçirdiği tecrübe - özel­likle politik nedenlerden ötürü de ekonomik ve politik egemenliğin kısıt­lanmaması için çaba göstermelidir.
Elbette ki bu, yalnızca Türkiye'ye bağlı olmayıp, yabancı ülkelerin de anlayışla davranmalarını gerektirir. Böyle bir davranışın son zaman­larda heryerde ve her zaman mevcut olduğu şüphe götürür. Türkiye Cumhuriyeti'nin askeri gücü salt nicelik olarak bakıldığında önemli ölçü­de artmıştır ve jeopolitik durumu herzamanki gibi dünya politikasında olağanüstü önem taşıyan bir faktör olmasını sağlamaktadır. Türkiye Silahlı Kuvvetleri teçhizatı, kalite olarak, herkesçe bilmen yüksek per­sonel yetenekleri ile bağdaşmamaktadır. Bu gerçekten ne ülke ne de müt­tefikleri habersiz değillerdir. Ama görünüşe bakılırsa, en azından 1979 yılı başındaki İran krizi patlak verinceye kadar, başta ABD olmak üzere bazı ülkeler, NATO planının ayakta durabilmesi için Türkiye'ye yeterli askeri malzeme yardımının hayati önem taşıdığını yeterince kavramış değillerdi. Bu davranış kanımca, sadece kısmen Kıbrıs anlaşmazlığından doğan sorunlar ve Washington'daki güçlü Yunan lobisi ile açıklanabilir. Daha geniş bir ölçüde ise, Türkiye'deki halkın karakterinin bazı özellik­lerinin geleneksel olarak kavranamamasından ileri gelmektedir. Açıkça konuşmak gerekirse: ABD senatosunun Türkiye'ye yapılan askeri yar­dımı durdurma kararı, halkın büyük kısmının duygulan ve gururu üze­rinde tehlikeli etkiler yaptı ve kaldırıldıktan sonra bile belki de ülkenin dış politikasının yeniden gözden geçirilmesine neden olabilir. -Birleşik Devletler ve müttefiklerin yumuşama - sağlanmaya çalışılan bir dönemde bile pek olumlu karşılayamıyacakları türden bir gözden geçirilme.
Zaten 1977-1979 yıllan arasında, Bülent Ecevit'in Başkanlığını yap­tığı CHP hükümeti, değişik nedenlerle kendisinden önce gelenlerin ço­ğundan daha az Amerikan dostu olma eğilimindeydi. Belki de bilhassa ABD politikasının pek de becerikli davranmaması yüzünden egemen hale gelmiş olan bu davranış, halk düşüncesine muhakkak uygun düşmekteydi. Kuşkusuz akılda tutulmalıdır ki, son zamanlarda akılsızca taktik hatalar yapmış, olan yürütmeden ziyade yasama organlarıdır - en azından kısmen, uğursuz Nixon devrinin bir etkisi-. Gerçi Sovyet Rusya ile Türkiye'nin tam tertip bir ittifaka girmesi pek mümkün değildir; ancak, Batı için yeterince ızdırap verici olmaya yetecek ara çözümler de vardır. Yeri gelmişken, 1978 ortasında Federal Almanya'ya resmî ziyarette bulunan Bülent Ecevit'in Başbakan Helmuth Schmidt'in verdiği ziyafetten sonra bana, amacının dinamik bir dış politika olduğunu söylemiş olması, her­halde kayda değer. Ecevit'in halefi Demirel'in bugün eskisi kadar belirgin bir Batı yanlısı politika güdüp güdemiyeceği şüpheli görünüyor, ama herhalükarda askeri yardıma bağlıdır.
Türkiye'deki son politik gelişmelerin karakteristiği, birçok diğer Av­rupa ülkesinde olduğu gibi, burada da bir kutuplaşmanın doğmuş olma­sıdır. Öyle ki, sağ ve sol aşın uçlar veya parti kanatları arasındaki çelişkiler keskinleşmiş ve özellikle öğrenciler arasında olmak üzere, kanlı çatışmalar hayli artmıştır. Bu arada belirtmek gerekir ki -İngiltere (1979'a kadar), Federal Almanya, İtalya-Fransa gibi diğer bazı ülkeler­deki gelişmelere paralel olarak - son yıllarda Türkiye'de hükümetler çok dar bir çoğunluğa dayanarak ayakta kalabilmişlerdir. Ayrıca, küçük par­tilerin kazandığı önem yüzünden son derece hassas ve bu nedenle açık ve sıkı bir politika için gerekli amaç bütünlüğünden yoksun olan bir çoğunluk.

Bizlerin ülkede bulunduğumuz sıralar, İnönü yönetimindeki tek parti olarak hükümet eden CHP zamanına kıyasla önemli bir fark görülüyor. Bu bakımdan, hatta 1950’deki iktidar değişikliğiyle hükümet olan Menderes'in Demokrat Partisi de ilk zamanlarında sağlam bir çoğunluğa
sahipti.
Sonra, son yirmi yıl içinde dinin ve din adamlarının etkisindeki yeniden gelişme görmemezlikten gelinemez. Bu olgu kısmen, Atatürk'ün kaçınılmaz kabul ettiği ve bazı bakımlardan ahlaki değer ve duygular yönünden bir boşluk bırakmış olan belirgin laikliğe kargı tepki olarak anlaşılabilir. Bu tepkinin daha kesinleşecek mi, yoksa tepe noktasını aşmış mı olduğu hakkında bir yargıya varamayacağım. Herhalükarda, başta İran olmak üzere, bazı Arap ülkelerinde de aşın yeniden İslamlaştırma hareketi, düşündürücüdür.
Ne var ki bu gelişmeler, ilerlemenin yaygınlaşmasına bugüne değin pek engel olmadı. Biz gideli beri Türkiye şehirlerinin çehresi, köyden kente güçlü bir göçe bağlı olarak olağanüstü ölçüde değişti, hem de yal­nız istanbul ve Ankara'nın değil. Bu değişiklikler hakkında verilecek karar, geniş ölçüde bir kişisel zevk sorunudur. Belli bir durumda iken tanımış ve sevmiş olduğum bir ülkedeki birçok iç ve dış değişiklikleri olumsuz yönde yargılamak ve gerçek anlamlarının taşıdığı önemi oldu­ğundan fazla görmek kolayca mümkün. Daha çok duygusal temellere dayanan görüşler yüzünden objektif bakımdan tam doğru olmayan yar­gılara nasıl varıldığını Claude Farrere örneğinde, hem de Türkiye'yle ilgili olarak gördüğümden, böyle bir duruma düşmek istemem.
Atatürk öncesi Türkiye'yi iyi tanıyan ve olağanüstü seven Fransız yazarı Farrere (1876-1957, asıl ismi Ch. E. Bargone idi), bu sevgisini birçok romanında, örneğin 1907'de yayınlanan «L'homme qui assassina» adlı olanında, coşkun biçimde dile getirmiştir. Daha sonra ise, cumhuri­yetin kurulmasıyla oluşan ve bu arada başkentin İstanbul'dan Ankara'ya alınması ile ifade bulan yeni koşullara ısınamadı. Aksine, bunlardan ya­kındı ve geçmişin özlemini duydu - savaştan sonra yazdığı «Les quatre dames d'Angora» (1933) da görülebileceği gibi-.
Ben de, 1960'larda ve daha çok 1970'lerde İstanbul'un on, yirmi yıl önce bütünüyle bambaşka bir halde bırakmış olduğu semtlerine ve özel­likle dış mahallelerine döndüğümde, bir bakıma benzeri duygular içinde kaldım. Eski pitoresk ahşap ev ve konaklar yerine - tabii bunlar gittikçe çürümekte idi - çirkin beton binaların, çok kez apartman tarzı inşaatların geçmiş olması, ki bunları ABD bir yana, Federal Almanya'nın yeniden inşa edilmiş olan şehirlerinde de -maalesef- görüyoruz, estetik açıdan


kuşkusuz üzüntüyle karşılanmalıdır. Ve «gelişmiş» kabul edilen birçok diğer Doğu ve Batı ülkesinde olduğu gibi, «yeni» Türkiye'de de kişi ken­dine ister istemez, modern trafiğin yaygınlaşması ve acelecilik, ölçülebilen maddi refahtaki artışın yanı sıra çağdaş iktisat teorisinin «Welfare» terimi ile adlandırıldığı şeyin de yükselmiş olduğunu göstermeye yarar mı diye soruyor. Ama bu kuşkular, belki de, sanayileşmenin geniş kitle­lere getirdiği yararı, olduğundan az gören gerici bir romantizmin ve birey­ciliğin ifadesi kabul edilmemeli.
Gelişmekte olan birçok ülke için, hele sanayileşmenin ilk aşaması sona erdiğinde tipik olan köyden (büyük) kente göç olgusu, bu soruya «evet» cevabı vermeye yetmese gerek. Zaten bu göğü dengeleyen önemli bir faktör olarak, yıllar boyu en başta Almanya'ya yönelen yoğun işçi göçü var. «Bizim devrimizde» bu olgu, pratik olarak hiçbir rol oynama-maktadır. Buna karşılık 1960'ların sonundan bu yana ilgili herkes için olağanüstü önem kazanmıştır. Buna bakarak belki de 30 yıl önceki «Al­manların Boğaziçi'ne kaçışı»na atfen «Türklerin Ren ve Main'e kaçışın­dan söz edilebilir. Her nekadar mültecilerin yapısı kadar sebepleri de te­melden farklı idiyse de.
Ekonomik konjüktürün zirveye ulaştığı son tarih olan 1975 yılında, ülkemizdeki yaklaşık 2,5 milyon «misafir işçi»den yarım milyon kada­rını, yani dörtte birle beşte bir arasında bir sayı oluşturan Türkler böy­lece ilk sıralarda gelmekteydiler. Ama Türk işçilerinin ne mutlak ne de nisbi sayısı, sorunu tüm boyutlarıyla göstermeye kafi gelmemektedir. Çünkü, artan ölçüde diğer aile fertleri de getirilmekte, eşleri saymayacak olursak, özellikle göçün başlarında memlekette bırakılan ve büyük baba-büyük anneler, teyzeler, vb. tarafından bakılan çocuklar. Bu yüzden Federal Almanya'da çalışan nüfus içinde Türklerin oranı, son zamanlarda ekonomik durgunluğun etkisiyle biraz gerilemiş bulunuyor, ancak toplam nüfus içinde oranları halen artmakta.
Zamanında Türkiye'ye göç eden Almanlar ile karşılaştırıldığında bile, ancak daha düşük ortalama öğrenim düzeyi gözönüne alındığında, çok daha yüksek oranda olmak üzere, Almanya'daki Türk işçiler olağanüstü güç sorunlar ile karşı kargıya bulunuyorlardı. Yanında çalıştıkları işve­renler, anadillerinin tek kelimesini bilmiyor; Öte yandan üçüncü bir dille anlaşmak olanaksız. Türk işçilerinin en azından başlangıçta, ama çok kez uzun sürede genellikle konut sorununun ilk sırada gelmesinin, çok kötü hayat şartları içinde bulunmalarının bir nedeni de budur. Gerçi yabancı işçilerin ve özellikle de Türklerin, Alman standartlarına göre alışılmamış kötülükte barınaklarla yetindikleri doğrudur. Çünkü, çok kez geldikleri yerde de daha iyisine alışmış değildirler ve biriktirdikleri parayla daha yüksek bir kira ödemektense, birkaç yıl sefil bir tek veya iki odalı evde oturmayı tercih etmektedirler. Ama birincisi, bu küçük dairelerin kirası durumlarına kıyasla çok kez aşın ölçüde yüksek ve Alman ev sahiplerinin sosyal bakımdan tahammül edilemez bir sömürü politikasının ifadesidir. Ve ikincisi de, buna bağlı olarak belirli semtlerde doğan yoğunlaşmanın yöresel ve toplumsal tecride yol açan tek bir faktör oluşudur.
Şehirlerin belli semtlerindeki yoğunlaşma -zaten yabancı işçilerin büyük çoğunluğu yoğun yerleşim bölgelerinde oturmaktadır - Türk işçi­lerince ister olumlu isterse olumsuz karşılanmakta olsun; Alman çevre içinde erimeyi kuşkusuz güçleştirmektedir. Esasen böyle bir erime (asi­milasyon) karşısında herşeyden önce çok yüksek dil ve din engellerinin bulunduğu aşikardır. İletişim olanaklarının kıtlığının bir sonucu olarak, Frankfurt, Münih ve Stuttgart şehir garları, akşamları ve tatil günlerinde yabancı işçilerin ençok uğradıkları ve orada hemşehrileriyle konuşmak ve böylelikle beraberlik ve yurt duygularını tatmin etme fırsatı aradıkları yerler olmaktadır. Kendisiyle ana dillerinde konuşabilen bir Alman'a rastlayan Türkler, ki herhalde çok seyrek görülen bir olaydır bu, nere­deyse gözleri yaşartacak kadar sevinç göstermektedirler.
Ama eninde sonunda, alışma ve uyum güçlükleri o denli büyüktür ki, Federal Çalışma Kurumunun 1972 yılında yaptığı bir ankete göre, Almanya'da sürekli olarak kalmak isteyen yabancı işçilerin oranının Türkler arasında yüzde dokuz ile AET ülkelerinden gelenler arasındakinin (yüzde 29) küçük bir payını oluşturmasına sağmamak gerekir.
Bu farklara tasarruf eğilimlerindekiler de tekabül etmektedir. Ya­bancı işçilerden neredeyse %25’ini Türklerin oluşturduğu 1976 yılında, Almanya'daki yabancı işçilerin ülkelerine gönderdikleri paralar içinde bunların payı üçte birdir, yani ortalamanın üstündeydi. Türklerin çoğu, mümkün olan en kısa süre içinde küçük bir sermaye biriktirerek az sonra memlekete dönebilmek ve kendilerine orada mütevazi bir iş kurmak, ör­neğin taksicilik yapmak istemektedirler. Eğer bu ümit gerçekleşmeyecek olursa, geri dönen misafir işçiler en azından memlekette kalmış olan meslekdaşlarından daha yüksek ücret elde etmeyi ummamaktadırlar; çünkü, Almanya'da edindikleri bilgi ve beceriler sayesinde artık «vasıflı» işçi sayılmaktadırlar.
Özellikle güç, hatta esasında pek çözümlenmeyecek olan bir sorun da Türk işçi çocuklarının öğrenimidir. Gerek ebeveynde ve gerekse ço­cuklarda okula devam isteği, hem de etkin ve bu çocukların özelliklerine uyarlanmış bir personel yok denecek kadar azdır. Burada ayrıntılara gir­mek istemiyorum, ancak temel soruna işaret etmiş olmak isterim. Kanımca, bunun azçok tatmin edici bir gözümü her iki tarafın anlaşarak, Almanya'da Türk çocuklar için özel okullar açılması ve buralarda Al­manca öğretilmekle birlikte en önemli dersleri Türk öğretmenlerin ver­mesidir. Bu takdirde, çocuklar memleketlerine şu sıralarda geçerli olan koşullar altında bizde öğrendiklerinden daha iyi yararlanabilecekleri bilgilerle dönerler. Öte yandan, eğer ailesi sürekli olarak kalmak hakkına sahipse ve bu haklarından yararlanmak niyetini taşıyorsa, o zaman ço­cuklara Alman okuluna gitme hakkı tanınmalı; ama bu takdirde, bu çocuklara özellikle lisanla ilgili derslerde, ayrıca yardım edilmesi ve okula düzenli devam etmeleri sağlanmalıdır.
Amaç olarak, genellikle her nekadar geçici de olsa, Türk işçilerinin Avrupa ülkelerine yoğun göçünün gerçi belli yararlı etkileri vardır, Örneğin daha iyi bir mesleki eğitimin yanı sıra, ülkenin döviz dengesine çok yarıyan yüksek miktarda tasarruf havaleleri gibi; ancak, şimdiye kadarki koşullarda beliren zararları, herhalde daha yüksek olsa gerekir. Fazla nüfus sorununa bağlı güçlüklerin çözümüne bu tür göçlerin ciddi bir katkıda bulunması beklenemez.
Yabancı işçiler sorunları hakkındaki benim bu nispeten kötümser-olumsuz yargım, Alman ve Türk bilim adamları, sanatçıları ve zanaat­karlarının mübadelesi için asla geçerli değildir; aksine bu tür ilişkilerin güçlendirilmesi acilen arzu edilir ve tüm katılanlar için yararlı birşey olarak görmekteyim. Kuşkusuz, bir yandan şubeleriyle birlikte Alman-Türk Derneği, diğer yandan da Ankara'daki Alman-Türk Kültür Merkezi gibi örgütler, bu alanda takdire değer çalışmalar yapmaktadırlar. Sürekli gelişen turizmdeki bazı eksiklikler giderildiğinde -örneğin otelcilik ala­nında - çok daha fazla geliştirilebilir, birbirini tanımaya ve anlamaya yardımcı olabilir. Ancak bana öyle geliyor ki, öğrenciler ve özellikle genç Türk bilim adamları, şimdikinden daha geniş ölçüde Almanya'ya uzun süren ziyaretlerde bulundurulmaya özendirilmelidir, iki ülke arasındaki kültürel ilişkilerin böylesi yoğunlaştırılması, bence bundan yaklaşık kırk yıl önce Türkiye'deki Almanca konuşan mültecilerin de hizmet etmeye çalışmış bulundukları, birbirini anlama çabalarının arzuya şayan bir de­vamı olurdu.





































SONSÖZ
İlkin yabancımız olan, ama daha sonraları gittikçe ikinci vatan ha­line gelen bir ülkede yaşadıklarımı anlatmaya son verirken, başlangıçta olduğu gibi, birçok meslekdaşımı ve diğer Alman mültecilerini barındır­makla kalmayıp, doğduğumuz ülkede çoğumuzun hayatını tehdit eden koşullar egemen iken, uygun çalışma imkanları da sağlamış olan Türkiye Cumhuriyeti’ne derin ve içten teşekkürlerimi sunarım. Ayrılışımızdan çok seneler geçtikten sonra dahi, o zamanın mültecileri ile eski Türk arka­daşları arasında sıkı mesleki ve sosyal bağların var oluşu, otuzlu ve kırklı yıllardaki faaliyetimizin, hayatımızda bir ara nağmesinden ibaret olma­dığının kanıtı olarak görülebilir sanırım.
Benim açımdan bu bağlılık, bir yandan çoğunlukla kongrelere veya bilimsel konferanslara katılmak için yaptığım çok sayıda ziyaretlerle, öte yandan da şu üç olay ile kökleşmiştir.
İlkin, 1965 yılında İstanbul Üniversitesi Akademik Senatosu’nun ka­rarıyla İktisat Fakültesi beni fahri doktorlukla onurlandırdı - aynı şe­kilde «eskilerden» Fritz Arndt, Richard von Mises ve Gustav Oelsner de fakültelerince taltif edildiler.
İkinci olarak, Türkiye Hükümeti, Cumhuriyet’in kuruluşunun ellinci yıldönümü münasebetiyle, beni eşimle birlikte konukları olmak üzere ülkenin istediğimiz herhangi bir yerine davet etti. Harika bir güz sonu havası içinde İstanbul, Ankara, Efes, İzmir ve çevresinde geçirdiğimiz o günler en güzel anılarımızdandır. Bu vesile ile hükümet, bana verdiği bir belgeyle, ülkeye yapmış olduğum hizmetler için sıcak kelimelerle te­şekkürlerini bildirdi.
Üçüncü ve son olarak, elime herkese nasip olmayan bir fırsat, 1970 yazında Türkiye'de radyodan ve tüm büyük gazetelerde yayınlanan ve her biri takdir ve dostça alakanın birer kanıtı olan beni anma makale­lerini okuma fırsatı geçti. Anlaşılan bir gazeteci, Alman basın organla­rında 70’ inci doğum günüm nedeniyle çıkan haberleri yanlış anlayıp bun­ların ölümüm vesilesiyle yayınlandığını sanmıştı. Bu anma makalelerin­den, evime gönderilen taziyat mektupları dolayısıyla haberimiz oldu. Nasıl olsa bir iki ay sonra İstanbul'da birkaç konferans verecek oldu­ğumdan, oradaki dostlarıma yazarak ölüm haberimi tekzip etmek için herhalde en etkili yöntemin bizzat görünmek olacağını ileri sürdüm. Bu­nun üzerine aldığım sayısız mektupta hep, sağlığında ölüm haberi gelenin çok yaşayacağını belirten, eski ve başka ülkelerde de bilinen atasözünü yalancı çıkarmamak için, elimden geleni yapacağım.

Coğrafi ve jeopolitik görünüşüyle Türkiye, gerçi toprak ve nüfus bakımından ağırlık merkezi Anadolu'da kalan, ancak özellikle Kemalist devriminden bu yana Batıya iyice yaklaşmak için çaba göstermiş olan bir ülkedir. Ne var ki onu, kalıpçı bir davranışla ekonomik, sosyal ve kültürel bakımdan diğer bütün Batı ülkelerine eş bir ülke olarak kabul etmek yanlış olur. Onun, daha ziyade kendine mahsus özellikleri vardır ki, tabii bunlar çok kez ve ancak uzun süre orada kalma imkanı olursa kavranabilir.
Ama bütün bunlar bir yana, Cumhuriyet’in Ellinci Yıldönümünde açılmış olan, büyüleyici güzellikteki Boğaziçi köprüsü, Türkiye'nin bugün geçmişte olduğundan çok, Avrupa ile Asya, Doğu ile Batı arasında bir bağ olacağının sembolü olarak görülebilir. Bunu hayranlık ve şükran içinde hissedenler içinde, güç zamanlarda Boğaziçi’nde sığınacak bir yer aramış ve bulmuş olan Alman ilim adamları, politikacıları ve sanatçıları da vardır.







[1] Sözü edilen kişilerin mektupları ise, aslında büyük ölçüde hiç yayınlanmadı deni­lebilecek bir sınırlı seçime tabi tutularak yayınlanmıştır.
[2] «Binyıl» : Alman Faşistleri, imparatorluklarının bin yıl süreceğini sürekli propa­ganda ediyorlardı.

[3] Bugünkü Demokratik Alman Cumhuriyeti.
[4] NSDAP= Alman Nsayonel Sosyalistler İşçi Partisi (Hitler’in Partisi)
[5] : Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin yayın organı (ileri).
[6] Almanya Hollanda’ya saldırınca.